24 Aralık 2012 Pazartesi

Akıntı

Söylemekten rahatsız olduğum çok şey var. Uzun süredir. Epeyce uzun bir süredir kendimde değilim ve kendimi dinlemiyorum. Zaten hep başka şeyler dinledim ben. Başka kadınlar, başka şarkılar. Acı bir şekilde fark edeli çok olmadı, kendi hazineme gömdüğüm şarkıları artık dinleyemiyorum. Halbuki hepsi kafamdaki kurşunlar gibiler. Bütün hüzünlerimle taşıdığım şarkılar yani. Epeyce bellemişler hafızamı, her bir koridorunu, köşesini, ucunu ve hatta ve hatta ziyanlarını benden daha iyi biliyorlar. Şarkılar hafızamı benden daha iyi tanıyorlar. Yoksa ben düpedüz unutkanım. Afyon gibi bazıları, almayagör. Kilitliyorlar her yerimi, boydan boya, tepeden tırnağa. Oysa hepsinde güzel baharlar, sıcak gülüşler vardı. Her hatıra, her kadın gibi.

Kendime sakladığım her şeyin sonu, utanç içinde yüzüstü bırakıldığıyla kalıyor. Evet, böyle bir huyum varmış meğer. Çok büyük sevinçlerle hayata sarılıp, aynı günün akşamı şoka girdiğim anılarım var özenle ve düzenli bir şekilde hatırladığım. Kendimi rahat bırakamıyorum. Tıpkı filmdeki gibi, her seferinde tehlikeli bir aklın itiraflarına sarıyorum. Sarıyorum. Başa sarıyorum. Acılarımı şımartıyorum. Kendimi yerin dibine sokarken, başımdan geçenleri yere göğe sığdıramıyorum. Sığmıyorlar, ben alıp başımın üstüne yerleştiriyorum. Ama bunu yaparken bile bencilce davranıyorum. Bir kadından özür dilerken bile, onunla yaşadığımız kötü şeyler için, onun kafasında yok olmam gerektiğini bildiğim ve düşünebildiğim halde; kendimi, kendi yarattığım ateşlerin içinden çıkarmak için gidip ondan özür diliyorum. Evet. Halbuki böyle giderse, bu mantıkla bir paradoks oluşacak ve ben gerçekten boğulmaya başlayacağım. Ondan özür dilediğim için özür dilemem gereken bir durum ortaya çıkıyor esasen. Ve ben kafamın içinde saçmalamaktan o kadar sıkıldım ki... Öylesine sıkıldım ki...

Bilmiyorum. Abartıyorum işte. Küçük yaşta ölçümü kaçırdım ve bir daha da düzlüğe çıkamadım. Evet, tam olarak düşündüğüm şey bu. Mübalağa huyum benimle birlikte büyüdü, büyüdü ve büyüdü. Tıpkı bu cümlede olduğu gibi.

Ama "Confessions of a Dangerous Mind"taki gibi işte... Son zamanlarda aklıma yeni bir oyun fikri geliyor. Potansiyelini harcarken çocukluğuna saplanıp kalmış üç adam, başından geçenleri ve yaptıkları ziyanları düşünüyorlar; ortaya da bir silah konuluyor. İntihar etmeyip, hayatta kalan oyunu kazanıyor.
Ödülü de bir şemsiye... Girince açılan cinsten.

11 Ekim 2012 Perşembe

Bu Ben Olamam Herhalde - 15


"Hayatımıza çeşit çeşit insanlar giriyor. Bunca yılın verdiği tecrübeye dayanarak söyleyebilirim ki, hayatımıza alıp canımız ciğerimiz yaptığımız insanların "oha sen ne cins bir adammışsın lan!" türünden insanlar olmaları imkansıza yakın. Çünkü hayatımın geç bir dönemine denk gelen aydınlanma evresinde idrak ettiğime göre, bu insanların karakterleri, kendi karakterlerimizle çok yakından örtüşüyor ve aşırı bir paralellik gösteriyor.

Yakın bir arkadaşın cinsin, antenin önde gidenidir, ama seversin. Neden sevdiğini sorsalar kem küm eder, bilmediğini söylersin. Fakat o sırada içinde uyanan bir itiraf vardır. O adamı gerçekten kendine yakın görüyorsun çünkü o cins, o anten sensin. O adamda gördüğün manyaklığın yadsınamayacak kadar bir yüzdesi senin yüreğinde pompalanıyor olmasa, sen o adamdan zerre hazzetmezsin. Demem o ki, çevrenizdeki insanlarla kendinizi kıyaslamayı bırakın. Sonuçta ya siz çevrenizi oluşturursunuz, ya da çevreniz sizi oluşturur. Bunun bir "Aaa ben yalnız büyüdüm, kendimi şöyle böyle, bık bık geliştirdim." versiyonu yok. Hele ki tek çocuk olduğunuz halde böyle bir safsata varsa içinizde lütfen siktirip gidin, ki daha da birbirimizle benzeşmeyelim."

O gece, kör bir saatte otobüs beklerken kafamdan tam olarak bunlar dökülüyordu. Belediyenin yeni boyadığı, gıcır gıcır, sarı beyaz kaldırım taşlarında körleşmiştim. Bu koca monoloğun başlama sebebiyse, içimdeki "ya son otobüs kaçtıysa" paniğini başımdan savmaktı. Arada sırada geçen dolmuşların telaşlı motorlarına kulak kabartıp başımı kaldırsam da aklımdaki başı boş cümlelerden başka bir yöne sapmıyordum. Havada inceden bir ayaz vardı. İnce hırkamın kapşonunu çaresizce başıma boca etmiş, homeostasisin kendini göstermesini bekliyordum. Derken durağın arkasında ani bir patırtı koptu. Arkasından ağırca bir küfür savruldu. O anki sıçramayla belki de sonunu getiremeyeceğim, ama o ana dek büyük çabalarla, hunharca sarfettiğim bütün cümleler boğuluverdi. Kafamda yalnızca muğlak bir soru vardı şimdi: "Noluyor amına koyayım?"

Bir anlık gafletle, beynime giren muğlak sorunun da gazına gelerek arkamı dönmüş bulundum. Başımı çevirmemle kirden siyaha dönmüş soluk ceketinin kolları omuzlarına kadar sıvalı, kafası bir hilal şeklinde kel ve tahminimce ellilerinin ortasında iki kan çanağı göz, beni alnımdan mıhladı.

"Bir sigaran var mı?" dedi. Bunu o kadar çabuk söylemişti ki, sanki ağzıyla göğsüme doğru ateş etmişti. O an bozulan yalnızlık zırhımın da etkisiyle sendeledim. Konuştuğumu zannediyordum ki, yalnızca ağzımı açabilmişim.

"Sana dedim birader, beni zora sokma. Varsa ver yoksa canın sağolsun, ama ben bunu unutmam. Affetmek tanrıya mahsustur, ben bunu bir kenara yazarım." dedi.

"Yok" dedim, "Ben öyle demek istemedim." O an durup düşünmeme gerek yoktu, tam bir gerizekalıydım. Adama hiçbir şey söylememiş olmama rağmen, tam da az önce söylediğim gibi, yani tam bir gerizekalı gibi savunmaya geçmiştim. Lafın özü, adamın ağına düşmüştüm, oltaya gelmiştim.

"Ha yani bilelim." dedi, "Ben buranın gediklilerindenim, bir ıslığıma alırlar seni aşağı, neye uğradığını şaşırırsın. Varsa ver yoksa canın sağolsun, ama ben bunu unutmam." dedi.

Şok olmuştum. "Vay annesini ya, sen nasıl dedin onu öyle?" deyiverdim.
"Ney?" dedi. "Şey..." dedim, "...gediklilerindenim?". Biraz durdu, düşündü. Kendi içinde hecelemeye çalıştı. Kem küm etti söyleyemedi.

"Lan!" dedi, "Gavat mısın nesin? Ne bok yemeye sordun bunu?! Senin yüzünden şimdi söyleyemiyorum." Yere bakarak sırıttı, başını kaldırıp "Yoksa biz mürekkep yalamış adamızdır alimallah, bizden kelime kaçmaz." dedikten sonra ağzını açtı. Ağzı leş gibiydi. Mürekkebi yalamayı geçtim, kana kana içmiş olabilirdi. Teşbihte hata olmaz. Bunu ağzına bakarak değil, sırtına yüklediği tonla mecmuadan, sarı kapaklı, gazete promosyonu romanlara bakarak söylüyorum.

"Eee?" dedi, "Var mı sigaran? Varsa ver yoksa canın sağolsun, ama ben bunu unutmam." dedi.

"Yok." dedim, "Kullanmıyorum ben, başlamadım, başlamayı da düşünmüyorum."

"Başlayacaksın." dedi bastırarak ve gözlerime bakarak tıslayışını yineledi, "Başlayacaksın."

O sırada beklerken yaşlandığım otobüsüm durağa yanaşıyordu, arkamı hafifçe süzdüm. İçimden, "İyi bakalım. Bundan sonra her gelişimde bir selamını alırım. Varsa ver yoksa canın sağolsun, ama ben bunu unutmam." dedim. Otobüsün camına doğru dalışa geçerken, beni o halde tek başıma konuşurken gören oldu mu diye düşünüyordum. Etrafta kimsecikler yoktu. Olsun dedim kendi kendime... Benim bir otuz sene içinde, bu hale geleceğimi kim nereden bilebilir ki? Bu ben olamam herhalde...

13 Eylül 2012 Perşembe

Bu Ben Olamam Herhalde - 14

"
Sürekli istediğim bir şey var. Kafamı boşaltmak istiyorum. Bunun için geliştirdiğim epeyce bir yöntem var. Kendimi telkin etmek gibi veya kendimi sürekli olarak bilinçli bir şekilde düşünmeye sevk etmek gibi... İkincisini yapmak için illaki dışarı çıkmam gerekiyor. Yoldan geçen insanlara dikkatlice bakıp yaptıkları şeyleri veya gözüme çarpan detayları bir bir düşünüp, aklımda tutmaya çalışıyorum. Göz ucuyla gördüğüm şeyleri net bir şekilde kafamda canlandırmaya çalışıyorum. Beynimi çok zinde tutuyor. Ve inanın bana, hiç ama hiçbir şey düşünmüyorum. Bu eylem tam anlamıyla kafamı boş, bomboş tutmama yardımcı oluyor. Denemeden bilemezsiniz. O yüzden o sarı kafanızı bilinçli olarak meşgul ederek kendinizi, yalnızlığı, ev kirasını veya kalbinizi kıran en son manyağı düşünmekten alıkoymanızı tavsiye ediyorum. Evet çocuklar, kadınlar ve kadınlardan daha güzel olan sarışınlar... Bunu evde deneyin! Deneyebilirsiniz, hatta denemelisiniz. Keza bana bakıp, yazdıklarımı okuyup, biraz olsun düşündüğünüzde - evet hakkımda tam olarak benim hakkımda düşündüğünüzde - (iki saniyeliğine de olsa yapın bunu) benim şu anda, bulunduğumuz şu saniye hatta salise içerisinde, anbean bu eylemi gerçekleştirdiğimi farkedebilirsiniz. Evet, doğru idrak ettiniz. Bu bir eylemdir. Ne oldu? Yandı değil mi ampul? Gerizekalı. Yoksa ben neden yazayım ki... Tamam belki sizi çok özlemiş olabilirim. Ama kim olduğumu bile bilmeyen biri için oturup satırlarca saçmalık veya övgü, en olmadı küfürler dolusu sevgi sözcüğü yazacak değilim. İçime sığmıyorsunuz, bu doğru. Fakat kan olup damarlarımda aktığınız vakit ben de şarkılarınızı hep bir ağızdan kendi kulaklarıma anıra anıra söylemekten cayabilirim. Ne dediğimin siz bile farkında olmadıktan sonra, hiç duymadığım, dillendiremediğim iç sesimle ben nasıl muhatap olabilirim ki? Grip olmuş yavrucak. Öyle varsayıyorum. Aksi halde benimle konuşmaya tenezzül etmediğini düşünmek çok canımı yakacak. Ancak canımın yanmasına izin veremeyiz değil mi? Çünkü şu anda kafamı boş tutma ve biraz beynimi çalıştırma egzersizi içerisindeyiz. O yüzden şu an çünkü bokundan nefret ettiğim bile aklıma gelmiyor mesela. Mesela yani? Hatırladınız mı? Bombacı Mülayim. Bende de beş as var sarışın. Hayır olmadı, bu repliğime karşılık bana "limon ye o zaman hıyar" demeliydiniz. Ben de o sarı kafanızı ısırma niyetimi gerçekleştirebilirdim. İçimden gelmiyor değil. Karşımda çok hüzünlü duruyorsunuz. Oysaki biz yağmurlu havaları severdik. Paralel evrende sigara külleri içinde kurumuş ciğerlerimizi ezen yaş yapraklar vardı bir ara. Sırf biz eğlenecek değiliz ya doğanın yitirdikleriyle, eğlenmek onların da hakkı. Biliyorum, farkındayım. İçiniz acıdı tam da şu anda bana. Hani bir şarkı vardı. Bu kızı yeniden büyütmeliyim. Bence o kız şu anda bu yazıyı okuyor. Mal, yemin ediyorum mal. Salak. Öyle biri olsa oturup bir başıma daktilonun başında delirmezdim. Bir kere öyle bir şey, delirecek bir kadınım olduğuna ve ona ulaşmaya çalıştığıma delalettir. Hem benim büyütecek bir kızım bile yok. Siz hala neyin derdindesiniz? Elbette ki olsun isterdim. Gülümseyin lan biraz! Ben burada sırtı kaşınan bir kedi yavrusu gibi içimi dökerken, siz tasmasına alışamamış, kısa boyunlu bir midilli gibi somurtuyorsunuz. Hani sizin tek boynuzunuz? Hatta Pegasus olmanız gerekirdi. Ama heveslenmeyin, bende Herkül olacak maya yok. Doğuştan anti-karakterim ben. Eksenim. Siz Pegasus'ken, ben İkarus olurdum. Öyle mal mal uçardım "güneşi gördüm" diye. Sizden bana bir Kırmızıgül çıkmaz tabii. O kadar okudum belki adam olurum diye, sonuç olarak bir Kırmızıgül edemedim. O yüzden yanan kanatlarım için götünüze kına yakabilirsiniz. Ne diyorsun abim? Ha... Saygılar Edith. Saygılar Piaf. Saygılar Brütüs'üm, can yeleğim, daktilom."

Sakin bir sinirle yerinden kalktı, takılan daktilosunu camdan dışarı fırlattı. Belki de takılan plağa içlendi yazamayan yazar...

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Bu Ben Olamam Herhalde - 13


"
Yıllar geçtikçe, -hatta ne yılları, günler geçtikçe- farkettiğim bir şey var. İnsanlar beni şaşırtmaktan hiç bıkmayacaklar veya ben, her ne kadar merakını koruyamayan bir insan olsam da, insanlara şaşırmaya ve derinlerde bir yerlerde, karşıma çıkacak insanlara özel bir merak korumaya devam edeceğim. Aklım kemale erdiğinden beri iliklerimde sakladığım, kendi çapımda gerçekliğine inandığım bir prensibim var. Hiçbir insan bir kitap cümlesi kadar net ve bir şarkı kadar güzel olamaz. Uzun bir süredir buna inanmama rağmen bulut kadar duru insanlar tanıdığım da oldu. Öyle zamanlarda bu prensipten hiç şaşmadım. O yüzden bu insanların çoğu -benim aramızdaki ilişkiyi berbat etmediğim insanlar oluyorlar bunlar- hala hayatımı sarmalamaya ve bana ilham kaynağı olmaya devam ediyorlar. Yanlış anlamayın, onları asla yazmak için kullanmıyorum. Onlar bana yaşamak için ilham oluyorlar. Hayatı onlarla seviyorum diyebilirim. Bu samimiyeti her zaman göstermem, o yüzden değerinizi bilin la, cıvıtmayın hemen! Mızıkmayın! Fakat gel gelelim, yanımda yöremde çiçek gibi açan bu insanları hiçbir kitap cümlesinin veya bir şarkının ötesine koymamama rağmen, o kadar abuk subuk hatta (kusura kalmayın) yarak kürek insanları, bir o kadar (yani aynı derecede) mükemmel, güzel, harikulade kitapların ve şarkıların üzerinde arşa çıkarttım ki aklım kaydı. Gerçi bir yerde de aklım bana kaydı diyebiliriz. Böyle bir prensip geliştirip, ucumda bucağımda barınanlara nah çekerken, ömrümü sikmeye hazırlananları baş tacı yapan bir akla pek bir laf söylenemez açıkçası. Kısacası prensip meselesinde su koyveriyor bir bakıma. O yüzden sizin ta ağzınıza sıçayım. Ne güzel her şey yolunda gidiyordu. Yeni bir kitap projesi almıştım. Ev sahibim tatile çıktığından, Müzeyyen Senar'ın sesini iyice açabiliyordum ve saat kaç olursa olsun her canım istediğinde Zeki Müren rakıma eşlik ediyordu. Üstelik ekmek de ucuzlamıştı. Bekar bir sultandım ve sigarayı bırakmıştım. Kim tahmin edebilirdi ki sizin aklıma girip, benim deliliğime ilk adımı atacağını? Ben bile bilemezdim ulan. Hayal bile edemezdim. Çünkü düşününce insanlık için çok fuzuli bir adımdı bu, ne gerek vardı? Benim için belki gerekliydi. İpimi koparmadan sikim taşağıma denk düşmeyecekti. Böyle bir gereklilik işte! Çok mu uyduruk oldu? Sizsiziniz lan o! Hepiniz uyduruksunuz! Sizler, ucuz bir romanın son cümlesi kadar olamayan sizler, ne cüretle beni üzebilirdiniz ki? O yüzden ben kendi kendime delirip, sinirleniyorum. Siz bir sikim delirtemezsiniz. Tek vasfınız bana kendimi yalnız hissettirmek, o kadar. Onu bile yaparken kendinizle çelişiyorsunuz. Siz aklıma geldikçe yazıyorum, yerlere atıyorum. Sonra bir bakıyorum, hepiniz yerdesiniz. Hem de sayfalarca... Sayfalarca yerdesiniz. Beyaz bir nehir gibi akıyorsunuz odamın ortasında. Kıçıkırık otel odasında, beyaz bir nehir ve ortasında kuru yaprak gibi sizinle dolu kelimeler... Yığınlar haline gelip beni dolduruyorsunuz. Sonra ben de bir yığın oluyorum. Parmaklarım ağrıyor, çünkü bu daktilo doğru düzgün çalışmıyor. Ve ben sıkıldım. Ben artık çok sıkıldım sarı kadın. Ellerimi yormayın benim. Çünkü eller önemli... Eller üşeniyor saplantılarımı yazmaya, çünkü lafındaki tiksintiyi sizin yüzünüzden yazmak istemiyorum. Siktirin gidin buradan! Hepinizi cebimden çıkarırım ben be! Hepinizi! Tuvalet kağıdına gelen zammı söyleyen o spiker gibi, bir o kadar ciddi ve bir o kadar saçmayken, ona bunu yaptıranın katıksız bir salak olduğunu söyleyen iç sesine duyduğum kadar bile saygı duymuyorum size. Çünkü siz ve ben, hadi kibarlığı bir yana bırakalım, ikimiz; saçma bir çiftiz. Ama çiftiz. Bizi güzel ve sarhoş kılan da bu.... Gerisi teferruat.

Yavaşça arkasında yaslandı ve bir daha içmemecesine bir nefes çekti sigarasından, yazamayan yazar...

5 Temmuz 2012 Perşembe

Bu Ben Olamam Herhalde - 12


"
Bugün dingin, ama sinirli bir vakitteyim. Hani bir otel odasında, daktiloyla baş başa... Elimde beyaz bir kağıt, selefleri yerde buruş buruş duruyorlar. Kemiklerimden taşaklarıma kadar klişe sıçıyorum yani. Ama bana mutluluğu sormayın. Bu hayatta mutlu ya da mutsuz yok. Hele iyi ya da kötü asla yok. Çünkü ben kendimi ve bugüne kadar başıma gelip de bugünkü şartları oluşturan her şeyi çoktan kabullendim. Tıpkı şu cümledeki götü boklu "çünkü" kadar... Benim gücüm tümüyle kendime, sizinle herhangi bir ilişkisi yok. Ben o ilişkiyi keseli seneler oluyor. Hayatımdan çıkan insanlar beni adam etti. Biliyorum ki izin versem bana kendimi siktirirsiniz. Üzgünüm, bunun şu anda mümkünatı yok. Kendimi kabul ettim. Yok saydığım hiçbir halt yok bu hayatta. Kendime izin verdiğim şeyler var. Yediğim her haltın bir özrü var kendi içimde, siz sikimde bile değilsiniz. Sizinle hayatta kalabilmem için öncelikle kendimle hayatta kalmayı öğrenmeliyim. Bir şeyi adım gibi biliyorum, daha fazla batamam. Dip diye bir şey yok bu hayatta. Daha fazla batamam ve sizi affedemem. Ama sizinle yüzleşmekten başka çarem de yok. Sizi rahatlatmalıyım, sizi yıkmalıyım, sizi kendi içimde yok etmeliyim. Akciğerlerime sancılar girmeden, vicdanıma kramplar girmeden nefes almamın tek yolu bu. Bu güne kadar acılarımı kendi içimde büyüttüm ve buna katlanabilmek için ve her türlü ibneliği kaldırabilme eşiğimi yükseltebilmek için çok uzun yollar katettim. Artık sadece inanılan şeyler var bu hayatta. Bana göre ise ben varım yalnızca. O yüzden sizinle hayatta kalabilmek için hatalarımı size karşı kullanıyorum. Bunun sizdeki karşılığı tecrübe. Size göre sizi her gördüğümde sarı saçlarınızı ve "masum" gülüşünüzü tecrübe ediyorum. Ancak reelde bu tümüyle benim hatalarımın bana öğrettiği bir şey. Siz bana bu kadar masum gülebiliyorsanız, bu masumiyetten öte bir puştluk çıkmıyorsa gülüşünüzden, benim hatalarım sayesindedir. Bunu adım gibi bilmesem, sizinle yaşayamam. O yüzden artık kendime karşı utanmazın biriyim. Aranızda bir ismim yok ve bu hiç önemli değil. Bu benim hayatta kalma içgüdüm. Siz buna uzun zaman önce "azimle sıçan taşı bile deler." demiştiniz. Ben de bunu uyguluyorum. Kendi içimde hiç kimse olmazsam, aranızda yaşayamam. Aksi halde "yaşamak istemem artık aranızda". Çünkü benim ruhum uzun zaman önce kendi başıma yediğim boklarla vaftiz edildi. O yüzden adını andığım her çünkü için sizi suçlama özgürlüğüne sahibim. Bunu kendime hak görüyorum. Bu sarı güzellik size doğuştan gelen bir haksa, kendi yaşam şartlarımı oluşturma yeteneği de benim tanrı vergim. Biz bu ayrılığı uzun zaman önce, siz pusulayı kişisel hayatlarınıza karıştırdığınızda ve kendi sağduyunuzu kaybettiğinizde yaşadık. Siz o zamanlar gerizekalılığı içinize sindirirken ben o kelimeyi şu kağıda yazmakta bile zorlanıyordum. Ben hiçbirinize gerizekalı demedim oysaki. Enteresan adamlarsınız, hepiniz. Bu yüzden sizi seviyorum. Ama sizin gibi olursam yaşayamam. Anladınız mı beni? Sizin endamınızı yerim, şimdi siktirin gidin buradan. Akşama gelirken de ekmek almayı unutmayın. Dolapta iki lokma dolma bıraktım, gece acıkırsam ısıtırsınız. Gözlerinizden öpüyor, Allah'tan rahmet diliyorum."

Kağıdı daktilosundan çıkarıp buruşturdu ve yerdeki beyaz denize azad etti yazamayan yazar...

18 Haziran 2012 Pazartesi

Bu Ben Olamam Herhalde - 11


"
Sonunda kaçınılmaz olan gerçekleşti ve kitabımı teslim ettim. Evet, sizin gibi ben de böyle bir şeye ihtimal veremiyordum. Ama olması gereken buydu sonuçta. Bu da benim ekmek param işte. Her zamanki gibi ağladım, zırladım, yakındım, saçmaladım ve teslim tarihinden bir ay kadar saptıktan sonra işimi bitirdim. Sizi böyle oyaladığıma bakmayın, ben aslında sorumlu ve iş bitirici bir adamımdır, diyerek gönlünüzü çalmaya çalışıyorum ama çapkınlıkla aramın olmadığını biliyorsunuz. Keşke bilmeseydiniz. Belki sizi kandırma şansım olabilirdi o zaman. Çünkü çapkınlıkla olmasa da hovardalıkla aram iyidir, hem de en az şu cümledeki "çünkü" kadar. Kitabım bitmemeliydi belki de, bilmiyorum. Bu aralar çok boş takılıyorum. Biri el firenimi indirip, vitesi boşa aldı sanki. Önümde bomboş bir yokuş, her sokağın ucu kafamdaki ihtimallere bağlı. Yani istediğimi yapabilirim, ama bedenim tek küreği kırılmış bir sandal misali hep aynı yönde daireler çiziyor. Dibimi delmekten korkar vaziyetteyim, ara sıra ruhum su alır gibi oluyor. Korkuyorum. Ah şu gülüşünüz olmasa, şimdiye geberip gitmiştim. Yanımda olduğunuz için çok teşekkür ederim, Allah belanızı versin. Niye mi? Bir de utanmadan bana niye diye mi soruyorsunuz? Şu dünyada amaçsızca savrulup, can çekişip duracağıma merak ettiğim öbür tarafı keşfe çıkardım, daha iyi. Hep sizin yüzünüzden. Çünkü çok güzelsiniz. Ve güzelliğiniz bana çünkü dedirttiği için güzelliğinizi kınıyorum. Benim hayatım tümüyle kitap yazmak olmalı, sürekli yazmalıyım ben. Yoksa böyle deliriyorum. Benim bütün heyecanım, aksiyonum, atraksiyonum yazmak! Kitap teslim tarihlerinden, bir sonraki kitap fikrine kadar geçen zamanlar benim bitmeyen reklam aralarım. Bitemiyor mübarek! Yolculuklar da öyledir ya... Biteceğini bilirsiniz, ama bir an önce yol bitsin istiyorsunuzdur. Oturup kendinizi ikna etmeye çabalarsınız. Güzel şeyler düşünürsünüz. Akşama göreceğiniz arkadaşlarınızı, birlikte yemek yiyeceğiniz sarışın kadını hayal edersiniz. (Bu bana uyarlanmış hali tabii.) Sonra içinizdeki sıkıntı biraz olsun yatışır gibi olur, ama gözünüzün önündeki kadın gülümsemeye başlayınca mideniz alev alır, yerinizde duramazsınız. Yani yatışmak için uğraştığınız yerde daha çok sabırsızlanmaya başlarsınız. Tıpkı suyu mahsustan ısıtıp, kafanıza demir gibi soğuk bir halde boca eden İhlas şofben gibi... Evet işte o kadar göt bir duygu bu! O kadar göt! Bir o kadar pezevenk! Gözünüzün alabildiğine puşt! Neyse... Bu aralar her şey, bir şehri terk etmek gibi işte... Siz hiç bir şehri terk ettiniz mi? Ama hayır. Siz benim kadar zalim ve talihsiz olamazsınız. Siz ancak terk edilen, güzel kadın rolüne layıksınız. Hani olabildiğince vefakar, sadık, falan feşmekan... Bir şehri terk etmek, üç çocuklu bir anneye hangi çocuğunu en çok sevdiğini sormak gibidir.  Saçmadır yani. O kadın size ne dese falsodur. Pusar kalır önünüzde. Gülümser. Anne olduğu için politik bir cevap da çıkmaz ya ağzından. Sonuç olarak sırf sizin götlüğünüzdür o. İşte bir şehri terk etmek de o annenin durumuna sokar sizi. İçinizden sövmek gelir, gülümsersiniz. O durum tümüyle o şehrin götlüğüdür, çeker gidersiniz. Yapacak bir şey yok. Bok yok! İşim varken sızlanır dururum, vaktim yok şunu yapacağım vaktim yok, bunu yapacağım vaktim yok, VAKTİM YOK! Şimdi bok gibi vaktim var, vakit içinde yüzüyorum. Kahvaltıda bir kibrit kutusu büyüklüğünde vakit yiyorum, öğlenleri ballı sütle iyi gidiyor. Akşama yalnızca brokoli ve vakit salatası yiyorum. Ve gün geçtikçe kilo veriyorum. Ama bu kadar vakitle ne yapacağımı bilemiyorum. Götüme mi sokacağım lan ben bu kadar vakti! Bu mu yani! Aklıma o kadar plan, fikir, film, kitap ve bilumum ıvır artı zıvır gelirdi. E hani?! Neyse... Kes. Ayar ettiniz beni yine. Sizin hayatınız düzenli tabii. Anca böyle arada sırada çıkıp, yüzüme gülümseyin. Göz kırpın, iş atın. Gerisi hikaye... Bundan sonra beni rahatsız etmeyin. Akşama uğramayı unutmayın yalnız, kırarım boynuzunu iblis!"

Rahatlamış bir şekilde yerinden kalktı; arkası kırık sandalyesinden düşmek üzre yerine kuruldu yazamayan yazar...

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Bu Ben Olamam Herhalde - 10


"
Geldim. Ama sizi daha fazla ertelemek istemediğimden geldim. Bembeyaz bir kağıtta sizi görebilmem başından beri bir mucizeydi aslında. Belki de bir yerden sonra bana yetmeye başladı. Artık bilemiyorum. Esasında sizinle çok önceleri buluşup ayrılmışlığımız var. Ben sizi kendime tarif edemiyorum. Siz ordasınız yalnızca, benim bildiğim tek gerçek bu. Hani nasıl desem de açıklasam. Tarifi nahoş bir saygısızlık gibi. Gülen yüzünüzü gözlerimin önünde hayal ederken, size hep durduğunuz başucumdan söz edebilir miyim ki? Deneyeyim mi? Ben çocuktum ve siz özendiğim gazozdunuz. Annemle pazara giderdik. Beni hep siz karşılardınız, o mayhoş kayısı kokusunda vücut bulmuştunuz. Sizin oynadığınız saklambaçlarda ben fasulye olurdum. Gözlerinize yakalanmak ta o zamanlardan beri güzeldi. Eve terli geldiğim günlerde anne azarıydınız. Top oynarken düştüğümde dizimde açılan yara olurdunuz sonra, ama düştüğüm halde sinirlenmeye kıyamadığım bisikletim olarak beliriverirdiniz yanıbaşımda. Sonra otobüsler vardı. Mahallemize giden tek otobüs sizdiniz. Ben o zamanlar otobüslerin numara sırasına göre geldiklerini sanırken, siz beni hep şaşırtırdınız. Çünkü ben sizi ne zaman beklesem siz gelmediniz, ama ne zaman sizinle işim olmasa beni es geçtiniz. Sizinle resim derslerimizde buluştuğumuz günleri hiç unutmuyorum. Ama hep bir parçanız benim evde unuttuğum resim dosyamın içinde kalırdı. O yüzden bütün resimlerimi size yaptırırdım. Oysa beceremediğimden değildi. Yanımda siz varken, kaş göz çizmek bana garip gelirdi. Kaşın gözün hası burnumun dibinde duruyordu zira. Okul çıkışı yanınıza lodosu da alıp üzerime yağardınız, şemsiyemi açmaya kıyamazdım. Pek sık uğramadığınızdan, bu randevuların bitmesini hiç istemezdim. Sırf yanımdasınız diye, saatlerce yürümeme rağmen, tatlı diliniz tüm o zamanın tasasını silip atardı. Geceleri yakamozlar eşliğinde bana söylediğiniz şarkıları hala unutmuyorum. O zamanlar adınız Ağustos'tu. Sizi hevesle, haftalarca beklediğimi bilirim. Onca sabırsız günün ardına, sizinle buluştuğum dev ekrana yanımda kola ve mısır getirmeme hiç kızmadınız. Keşfettiğim şarkılarda vardınız bir de. Sizi başkalarının ağzında görünce kıskançlıktan çatlardım. Şarkı bile olsanız, ben sizi hep sahiplenmiştim. Soba üstü kestane, köşebaşı turşucuydunuz. Kaynamış mısır olur ishal ederdiniz, üzülürdüm. Yine de size kızamazdım. Öyle ki dost sohbetlerinde rakıya buz katılmaz diye kıçımı yırtmamın sebebi sırf sizin kafanız iyi olmasın diyeydi. Buz olmayı hiç beceremezdiniz. Her ağlayışımda içimde eriyip gittiniz. Elleriniz senelerimde kaldı. Bu yaşıma kadar bu durum hep böyle devam etti. Sizi hiç unutmadım, fakat farkında mısınız siz de beni hiç bırakmadınız? Bugün benim doğum günümsünüz mesela. Bunun için size minnettarım. Gülen gözleriniz olmasa beyaz bir kağıdın benim için zerre kadar anlamı olmazdı. Şimdi ise sizin kirpiklerinizin ucundaki cümleler benim otuzaltıncı yaşım. Ve o beyaz teniniz; odamın, doğan güneşe inat sönmeyen ışığı oluyor şimdi. Uykum olun gelin hadi. Öldürün beni."

Bir anlık hışımla yerinden kalktı. Dayanamayıp yerine geri oturdu yazamayan yazar...

"
Gelirken ışığı kapatmayı unutmayın lütfen. Işık açıkken gözlerinizin güneşte aldığı rengi göremiyorum."

...ve perdesindeki sigara yanıklarından sızan güneşe daldı.

30 Nisan 2012 Pazartesi

Bu Ben Olamam Herhalde - 9


"
Bugün uykusuzluğun beni yediği ve bana yazmayı unutturduğu uzun günlerden biri. Ama yazmayı unutma konusunda son olacağı kesin. Hayatımda kendimi yorgun hissettiğim pek çok an oldu. Çok nadir zamanlarda her şeyi açık ve net olarak görerek kendimi güçlü hissettim. Özgüvenimin tavan yaptığı yıllarda etrafımda hiçkimse olmadığını farkettim. Henüz yeni farkediyorum esasen. Yalnız olmayı ben seçmiştim. Bu benim suçumdu. Evvelinde her şey bir kadın yüzündendi. Tahmin edebilirsiniz, zor değil. Kafasına eseni yapan ve kafasına eseni yapmadığını zamanlarda derin pişmanlıklar duyan biriyim. Bu yönümü seviyorum. Size açık açık söylediğim şeylerden epey yakınsam da hiçbir zaman pişman olmadım. Biliyorum ki başardığım bir şey varsa, bu benim galibiyetimdir; başaramayıp yüzüstü yere kapaklandığım olaylarsa hayatla rövanşım için zaferlerime önayak olacak avantajlı beraberliklerdir. Buna hep inandım, tıpkı beni defalarca düşürdüğü anlara rağmen aşka veya dostluğa inandığım gibi... Ama sonuç olarak yalnızlık benim için biçilmiş kaftandı, çünkü benim kalıbım buydu. Yalnız bir metobolizma benimkisi... Her zaman yalnızlığı seçtim. Bu benim suçum değil, bunu ben istedim! Her seferinde gerçekleşmiş olması da benim suçum değil. Mum ve rüzgar gibi olduk hep. Alevlerim büyüdü, ta ki sönene kadar. Aşık oldum. Şaşılacak bir şey değildi o zamanlar. En azından benim için. Çünkü ben aşık olmayı aşık olduğum kişilerden öte sevdim. Bu öyle bastırdığım çoğu şeyin aksine içimde ket vurabileceğim bir şey olmadı, asla. Olamadı. Ve benim ağzıma sıçtı. Kafama esti ve yaptım. Düşünmeden, kafamda beliren kelebek ömürlü bir kıvılcıma uydum, uzaklara geldim. Görünürde bu tercih yalnızca bir beraberlik içindi. Ama teoride bütün hipotezlerimi yalnızlık gerçeği çürüttü. Kendimle baş başa kaldım. Bu benim tercihimdi. Mutluydum, güçlüydüm, tıpatıp şarkıdaki adamdım: Bir Zamanlar Fırtınalar Estirirdim. Tek başına ayakta durmak insanı yoruyor. Bakmayın bana öyle... Benim öfkem saman alevinden öteye geçmedi. Fakat öyle bir harladı ki sizi hep kırdım. Oysa ben size hayrandım değil mi? Uzun süre yalnızca içinizdeki sesi dinleyerek yaşayınca, önceleri güçlüyken kendinize siper ettiğiniz bütün düşünceler uçuyor. Ve binbir güçlükle geliştirdiğiniz bütün savunma mekanizmalarını unutuyorsunuz. Hayatımda bu gibi dönüm noktaları çok canımı yaktı. Kendimi yazmaya ve okumaya verişim bu yüzdendir. Hiç yaşayacağımı düşünmediğim, hatta aklımın ucundan dahi geçmeyecek tonlarca durumla karşılaştım. Bunlar benim en güzel günlerimde, beni yerden yere çalarak çamura bulayan yıldız kaymalarıydı. Ben evren kadar karanlıkken, hayalgücümü hep samanyolu bildim. Buna tutundum. İnsanları çok sevişim bu yüzdendir. Hayalgücüm kimseyi karalamak için çalışmıyor. Ama size kafamı açıp gösteremem. Beni yanlış anlamalarınızdan nefret ediyorum; ancak sizden nefret edemiyorum. O kadar güzelsiniz ki... O gülüşünüz... Ta gözlerinizin pınarlarından kopup gelen nefesler... Benim iç çekişlerime yangın merdiveni oluveriyor. Hele ki oturup iki çift laf etmeyegörelim. Çay koydum ister misiniz? Lütfen gitmeyin. Yanına dünden kalma poğaçam da var?"

Bir anlık hınçla yazdığı kağıdı daktilosundan çekti; gözlerini gökyüzü bildiği beyaz denize gömerek hıçkırıklara boğuldu yazamayan yazar.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Bu Ben Olamam Herhalde - 8

"
Şimdi şöyle bir şey var. Çoktandır her şeyi boşladığım gibi sizi de boşladığımın farkındayım. Ama bunun sebebi koyvermiş olmam. Sizi değil, yanlış anlamayın. Tamam, belki sizi de... Yazamıyorum. Yazmak istiyor muyum, artık onu da bilmiyorum. Bu geceki gibi beni yazmaya, daha doğrusu üretmeye iten şeyler yaşamadıkça da yazmak içimden gelmeyecek sanırım. Çünkü, bu çünküyü acı acı kullanıyorum, kitabımın teslim tarihi geçti ve ben artık kendi kitabımın ne hakkında olduğunu unuttum. "...ve adam ölüverdi." gibi bir son yazsam belki de hiç sırıtmayacak. Bu gece beni buraya iten ne mi? Özel bir şey değil elbette... Sadece yağmur sonrası dışarda yürüyüş yaptım. Bir paket sigara aldım, ama bir tane içtikten sonra paketi çöpe attım. İçimden öyle geldi işte. Atmak istedim. Bazen böyle spontan davranasım geliyor. Nedense öyle olmak istiyorum. Koyvermek, umursamamak, aklına geleni aklına geldiği gibi aklına geldiği anda yapmak... Hepsi abuk subuk istekler olsa da insan kendini dinlemeli. Hatta en çok kendini dinlemeli. Beni de dinleyin tabii; ihmal etmeyin. Boşu boşuna sarı saçlarınıza kandım sanmayın. Sizin en sevdiğim özelliğiniz beni bu kadar sessiz sedasız bir şekilde dinleyebilmeniz. Sarışın oluşunuzdan sonra tabii... Evet, ne yapayım sarışın kadınlardan etkileniyorum. Ancak şöyle yadsınamaz bir gerçek var ki İsveçlileri sevmiyorum. İsterlerse bana sarışın haremi kursunlar, her istediklerimi yapsınlar. Umrumda değil. Bu gerçekten umrumda değil, yani demek istediğim; spontan davranmak adına bir umursamazlıktan söz etmiyorum şu anda. Ciddi konuşuyorum. Bütün o kasvetli, yalnız dünyalarında gözüme hep kötü görünüyorlar. Bu herhangi ırkçı bir düşünce değil, ayrımcılık da değil. Sadece öyle hissediyorum. Bütün o izlediğim filmlerde, tecavüzcü ve seksist, "modern" İsveçlilerle karşılaşmasam; okuduğum kitaplarda Nazi İsveçliler çıkmasa karşıma zebani gibi, onlar hakkında böyle hissetmeyebilirdim. Bu bir genelleme de değil. O yüzden ukalalık etmeden önce beni sonuna kadar dinlemenizi tavsiye ederim. Zira budalalık ederseniz sarı saçlarınıza acımam; atarım sizi bu sayfadan. Ne zaman oturup düşünsem kendimi düşünürken buluyorum ve sonra hep düşünmekte olduğumu farkediyorum. Sanırım bu yüzden bu kadar çok başım ağrıyor. Bilmiyorum demeyi çok isterdim; ama buna bir son vermem gerek. Çünkü son zamanlarda her şeyden kaçtığımı ve bunu "bilmiyorum" tekniğiyle gerçekleştirdiğimi farkettim. Hiç hoşuma gitmedi, inanın hiç ama hiç hoşuma gitmedi. Hatta o kadar hoşnutsuz hissettim ki, sırf bu denli bir dürüstlük sergileyerek size açtığım bu yalancılığı aktardığı için, az önce kullanmış olduğum bir adet "çünkü"yü sevebilirim. Çünkü o da benim gibi ve bu cümledeki gibi yapayalnız ve nesli dilimde tükenmekte. Kusura bakmayın, sadede gelemeyeceğim. Bu dünya bana garip geliyor, ama çok güzel. Hayat çok güzel. İnsanlar çok güzel. Asla kendimi bir hümanist olarak nitelendirmedim ve nitelendiremem. Buna rağmen insanlara verdiğim değerler farklı olsa da içimde bir yerlerde hepsine karşı bir sevgi besliyorum. Az ya da çok, bu sizi ilgilendirmez. Sizi ilgilendiren benden gördüğünüz kadarıdır. Başkalarıyla bu kadar ilgilenmeyin. En çok kendinizi sevin; ama bencil olmayın lütfen. Zamanınız kötü. "Götü kollayın." gibi bir lafla laubalilik yapmayacağım. Öyle bir adam olmadığımı az çok kestirmişsinizdir. Bunu söylüyorum; çünkü bu sabah bana eskisinden daha tatlı gülümsediğinizi farkediyorum. Baygın gözleriniz ise gözümden kaçmadı. Gözlerinize bakmayı seviyorum, gözlere bakmayı severim. Sevdiğim insanların hep gözlerine bakarım. Buna özellikle dikkat ettiğim insanlar var. Ne mutlu onlara, bana... Bugün kullandığım çünkülerin hepsini çok sevdiğimi farkettim. Artık uyumalısınız. Sizi uykuya tercih ederdim; ama Jeff Martin'in de dediği gibi: "I need you to be free" Benim için gözlerinizden öpün..."

Sessiz sedasız yerinden kalktı, buruk bir gülümsemeyle uyuyakaldı yazamayan yazar.

20 Mart 2012 Salı

Bu Ben Olamam Herhalde - 7

"*
....elleri kirlenmişti. Banyoya doğru yönelirken, ucu kırık boy aynasından kendini seyrediyordu. Ancak... Siz bakarken yazamıyorum! Sana söylüyorum kelebek gülüşlü, sarışın. Zaten hayatım bu ara dalgalanmakla meşgul. Dalga demişken, (yanlış anlamayın lütfen) denizden hoşlanan biri değilim. Yani deniz, kum, güneş bana göre değil.  Sevmiyorum. Ben daha çok şehir adamıyım, tatil beni şehirden daha çok yoruyor. Oryantal melodilere bayılıyorum, sanırım kanımda var ve şeker hastası olmaktan çok korkuyorum. Galiba nedeni anneannemin insülin maceraları içerisinde büyümüş olmam. İğnelerini hep ben ayarlardım. İğneler de bana göre değil aslına bakarsanız. Ama size çok çok önceden aslına bakarsanız aslını hiç sormamalısınız demiştim değil mi? Üçkağıtçılık etmeyin, elbette dedim. Çünkü işlerin aslı her zaman güzel çıkmıyor. Bazen keşke aslını hiç sormasaydım diyebiliyorsunuz. Bu yüzden bu "çünkü"yü  her zamankinden biraz daha az tiksinerek söylüyorum, nihayetinde anlattıklarım size ders olsun istiyorum. Aslını sorma olayı ilk canımı yaktığında henüz yirmi yaşındaydım ve canımı yakan "asıl" meselesi o zamanlar aptal aşık kontenjanını doldurduğum ve size daha önce de bahsettiğim sarışın sevgilime aitti. Sarışınımın yanına gitmeye uğraşıyordum. Bir dizi aksilik sonucu limana binmem gereken deniz otobüsünden yaklaşık yarım saat sonra ulaşabilmiştim. Telefonumdaki son enerji damlasıyla sevgilime yanına gelemeyeceğimi söyledim ve telefon suratına kapandı, şarjım da bitmişti. Ben geri dönmeye niyetlenirken, (artık ne kadar çaresiz görünüyorsam o ara) bir adam bana seslendi. Beni yanlarına aldılar, atladım gittim İstanbul'a. Bunların hepsi gereksiz ayrıntılar tabii. Cebimde bir tek dönüş param olmasına rağmen, yabancıların arasında otostop çekerek İstanbul'a gitmem ve sonra yediğim boynuzu görmem, yalnızca benim o sıra ne kadar aptal olduğumu gözler önüne seriyor o kadar! Gördüğüm kadarıyla siz de deli gibi eğleniyorsunuz! Hiç hoş değil... Neyse... Hatırınız için devam edeyim. Sağolsunlar, beni yanına alan aile Esenler'de bıraktı. Esenler'e varana kadar, arka koltuktaki cimcimeyle oyalandığımdan vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Çocuklarla aramın nasıl olduğundan size ne? Benden çocuğunuz olsun mu istiyorsunuz? Ne iğrenç şarkıydı o değil mi? Esenler'e varınca, silik tipimin avantajlarından yararlandım. Bir ara size bunun getirilerini de anlatırım. Servislerin durduğu otoparka geçtiğimde, karmaşık bir insan güruhu, şoförlere sora sora binecekleri servisi bulmaya çalışıyordu. Şoförle diyaloğa girdiğiniz zaman size indiğiniz otobüsü, hatta bazen bileti sorabiliyorlar. O yüzden kaçak binemiyorsunuz. Ama benim yeteri kadar tecrübem olduğu için, hemencecik bineceğim servise atlayıp, arka koltuğa pustum. Taksim'e varana kadar da çıtım çıkmadı. Yine yılan gibi süzülerek indim servisten. Sırtımda çantam, sarışınımın evine giden otobüse atladım. Ancak otobüsteki muavine hiçbir numara yediremeyince otobüsten yaka paça atıldım. Anlayacağınız, sonum yine otostop oldu. İlk olarak orta yaşlı bir kadının Volvo'suna denk geldim. Tam bir "bayandan satılık oto" idi. Ağır bir mango kokusu, aynaya takılı bir peluş ve hiç kullanılmamış bir küllük. Kadın beni ESMER kızına yamamaya çalışınca, dayanamadım, indim. Koyun kokulu bir kamyona denk geldim. Şükür ki şoför babacan adamdı, güle oynaya sohbet ederken içime işleyen ağır koyun kokusunu çabucak unutmuştum. Güç bela kız arkadaşımın evine vardım. Paspasın altına iliştirdiği yedek anahtarı elimle koymuş gibi buldum, eve daldım. Neler olduğunu merak ediyor olabilirsiniz; ama unutmadan size, ben asansördeyken, asansöre binmek üzere olan, ancak üzerimdeki ağır koyun kokusunu alınca gerisin geriye kaçan yaşlı kadından söz etmeden geçemeyeceğim. Öyle ki kadın sayemde bütün bacak ağrısını yenmiş olacak ki elindeki bastonu kucaklayarak kaçmıştı. Eve girdiğimde birkaç gülüşü takip ederek mutfağa yöneldim ve elinde birayla buzdolabı civarında takılan yarıçıplak bir "lavuk" gördüm. Sarışın kız arkadaşım bir anda ismimi haykırarak arkamda peydah olunca ona döndüm. Üzerindeki sütyen her şeyi ifade ediyordu. Sonuç olarak, o gün sarışın bir kadınla yarı çıplak takılan bir adamı nasıl dövebileceğimi öğrenmiş oldum. Bir bakıma güzel oldu, çünkü o güne kadar hep ben dayak yemiştim. O günden sonra döven de, aldatan da ben oldum sanırım. Aslına bakarsanız, onları daha kötü bir halde yakalamadığım için şanslı bile sayılırım. Kötü bir travma olurdu doğrusu. Bu arada küçük pozitif şeyleri yakalayabilmem de benim budala yanım... Bu yüzden bir daha bana hiçbir şeyin aslını sormayın. Sizden saklamam gereken şeyler var, gördüğünüz üzere..."

Bir anlık hışımla yerinden kalktı, sonuna kadar açtığı müzikle uyuyakaldı yazamayan yazar.

12 Mart 2012 Pazartesi

Bu Ben Olamam Herhalde - 6

"
Sanırım insomnia oldum. Hayır, aptal mısınız? Bu bir kitap cümlesi değil, kendimden söz ediyorum. Yaptığınız çok ayıp! İlk kez burada kitap yazmakta nasıl bocaladığımdan değil de kendim hakkında bir kaygıdan söz ediyorum ama siz hala... Neyse. Sanırım yalnızlık bana dokunuyor. Gençken çok hata yaptım. İçimdeki öfkenin yükselişte olduğu dönemlerde (ki bu dönemler genellikle liseye denk geliyor), yalnız kalmaktan çok korktum. Yalnız kalmak istemedim ve yalnız kalmamak için de tanımadığım insanlarla hızlı bir samimiyet kurmak istedim. Hayatımın en büyük çuvallamasıydı. O yüzdendir ki rüyalarımda hep lise anılarımı ve lisedeki arkadaşlarımı veya yalnız kalmama adına yaptığım hatalar yüzünden kendimden uzaklaştırdığım güzel insanları görüyorum. Onlara rüyalarımdan söz ediyorum, sizi gördüm diyorum. Ama geçmişte karneme "kırık" olarak işlediğim notların izleri hala geçmemiş olacak ki, yakınlaşamadığım insanlara bir umutla derdimi açtığım anda yine "siktirname" alıyorum. Olmuyor anlayacağınız. Sizinle de olmuyor, sizle de olmuyor. Çünkü çok güzel olduğunuz halde ben ne zaman içimi dökmeye başlasam siz eblek eblek sırıtıyorsunuz. Güzel gülüşünüzün aksine son derece itici olan bu "sırıtış" ise benim aklıma "çünkü"yü sokuyor ve ben çıldırıyorum! Biliyorum, siz de benim gibi "çünkü"den bıktınız. Belki bilinçaltımda sizinle böyle bir yakınlaşma, bir ortak nokta sağlamaya çalışıyorumdur, lütfen bana bu konuda biraz yardımcı olun. Hayat bazen ilerlemiyor, ama çoğunlukla su gibi akıp geçiyor. Oysa ben sizin aksinize ilerlemediği, donup kaldığı zamanları çok seviyorum. Mutlu oluyorum öyle anlarda. Gelecek bir yana, yaşadığı anı bile umursamayan biri olarak, ancak böyle anlarda geçmişimin güzel köşelerine dönüyorum. Hani bir geyik vardır ya; "beni tanısan çok seversin" şeklinde. Bunun kadar abuk subuk, manyak bir şey görmedim! Yahu, olay zaten birini sevecek kadar tanımakta! Tanımaktır önemli olan, yoksa adam gibi tanıdığı herkesi sevmeli insanlar. Sevmediğin adamla işin ne? Eğer bana çıkar ilişkisi falan diyecekseniz, şimdi şuradan kalkar çeker giderim, giderim ve dönüp arkama bakmam bile. Yaşar Usta yine beni andı anlayacağınız. Hayatımda hep öyle samimi insanlar istedim. Kimisini buldum ve mutluyuz, kimisini öyle bir şekilde kaçırdım ki hiç sormayın! Siz sormadan, ben anlatayım. Lisede yalnız kaldığım zamanlarda, bir vakit, öylesine, yolum İstanbul'a düşmüştü. İstiklal'de aylak aylak gezerken bir anda yağmur bastırdı. Evet, Mikail sürpriz yapmak istemiş olacak ki, yağmur yağıyor demeye kalmadan her yeri su basmıştı. Ben sırılsıklam olmuş bir vaziyette sığınacak bir dam ararken, oradaki lokantalardan birine dalıverdim. Cebimdeki son paramla, sırf ayıp olmasın diye üç kuruşluk bir şey aldım ve tümüyle sıvı faza geçmiş bir halde bir masaya çöküp aldıklarımı afiyetle kemirdim. Fakat bugünlerde arayıp da bulamadığım kahpe tam oracıkta enseme çöküverdi: uyku! İki gündür uyumadığımdan, aldığım beş paralık yemin de etkisiyle dalıverdim hemen. Sonra şiddetli bir dürtüyle uyandım. Garson, bana bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya çalışırken ben uyku salağı bir halde kulaklarıma gelen sesi Türkçe'ye çevirmeye çalışıyordum. Sanırım ıslandığımdan kafam kısa devre etmiş bir vaziyette etrafıma bakınırken, garson beni çoktan kapının önüne getirmişti bile. Tam o sırada, o sarışın, ah o sarışın (tahminimce benim koruyucu meleğimdi kendisi) öyle bir imdadıma yetişti ki... Anında garsonlara bağırmaya başladı, beni tuttu toparladı. Ben hala masada uyuduğumu ve rüya gördüğümü zannederken, ismini fısıldadı bana. "Gel" dedi, "Burada oturulmaz, adam gibi bir yere gidelim." Öküzleşmeyin, ismi "Gel" değil tabii! Gittik. Cebimdeki derin sessizlik yüzünden, o akşamüstü hayatımda ilk defa parasını bir kadının ödediği çayı, utanarak - sıkılarak - morararak ve daha ne kadar ekstra utanma efekti varsa, öyle içtim. Ömrümün en güzel çayıydı. Hala da öyledir. Çünkü (bu çünküyü o kadar içten bir pişmanlıkla kullanıyorum ki anlatamam) o akşam güzel bir muhabbet sonrası aldığım telefon numarası; ıslak hırkamın, ıslak cebinde, ıslak bir kağıttan, kalbimde ıslak bir hayalkırıklığı ve sırılsıklam bir pişmanlık bırakarak siliniyordu. Ben de böylece adını kulaklarıma ve zihnime tam olarak fısıldadığı şekliyle ve ses tonuyla mıhlıyordum: Elif!"

Bir anlık hışımla yerinden kalktı, eskimiş şarabından koca bir yudum daha aldıktan sonra uyuyakaldı yazamayan yazar.

7 Mart 2012 Çarşamba

Bu Ben Olamam Herhalde - 5

"*
Şimdi kalkıp, güzel bir çay demlemek varken; ben yine acı bir sigara sarıp, kağıtların başına oturuyorum. Hayır, bir şey yazabildiğimden de değil. Tümüyle zorunluluk. Kendime benim yerime para kazanacak birilerini bulmalıyım. Ne yazık ki yaşım otuzbeşe erdiğinden, evlatlık da olamıyorum. Öyleyse bu seçenek de tükenmiş görünüyor. Anlayacağınız el mahkum, göt gardiyan. Kusura bakmayın ben aslında küfreden biri değilim annesini keseyim. Bilakis çevremde oldukça kibar biri olarak bilinirim. Şu an içinde bulunduğum üç metrekarelik alanda kibar biri olarak biliniyorum yani. Yoksa çevrem diyebileceğim bir cemiyete sahip değilim. Peşinden koştuğum kadınlar bu hayatta çevremden geçmekle mükellefler; henüz beni çevreleme zahmetine katlanamadılar. Öyle bir şey olursa size haber veririm diyemeyeceğim tabii. Size gelmediğim gün seviştiğim gündür gülüm. Bakın siz bana sırıtıp dururken ben ne güzel saçmalıyorum. Çünkü kafamı kaplamaktan, beni meşgul etmekten bıkmıyorsunuz ve ben her seferinde size açıklama yapmak için hiç sevmediğim şu "çünkü" bokunu kullanmak, dilime yapıştırmak zorunda kalıyorum. O kadar da iğrenç bir tadı var ki anlatamam. Halbuki anlatmamı beklerdiniz değil mi? Yazan, bir yazar olarak böyle şeyleri becerebilmem lazım tabii. Yani en azından... Okunan bir yazar olmak isterdim elbette, bu benim suçum değil. Ama yazan bir yazar olmayı seçtikten sonra okunan bir yazar olamıyorsunuz. Hem yazan hem de okunan bir yazar olmak işleri ise tercihlerle falan olmuyor maalesef, doğuştan geliyor. Ben bunları anlatırken size hiç soru sormadığımı farkettim; ama yalnızca hayalden ibaret olduğunuz için bunu bozacak hareketler yapmak istemiyorum. Hayatıma giren herkesi kaybetmeme neden olan kaybetme korkusu burada da devreye giriyor ve kısır döngüm, lanet paradoksum başlıyor. Sizi kaybetmekten korkarken kaybedeceğimi biliyorum. İşte bu yüzden böyle şeylere girişmiyorum, sesinizi duymak istemiyorum ve size yanaşmıyorum. Sesinizin, düşüncelerinizin, hayatımda kapladığınız alanın, güzelliğiniz ve gülüşünüz kadar mükemmel olduğunu düşünmek bana yetiyor. Bunların hepsini nereden mi biliyorum? Çünkü siz bana aitsiniz. Siz benim kafamsınız, rüyamsınız. Öyle kalmanız yeter. Fazlasını bulduğunuz yerde küstahlaşacağınızı biliyorum. Daha ileri gitmiyorum. Beni kaybetmek istemiyorsanız güldüğünüz gibi kalın. Ya da biraz sonra buruşturup atacağım bu kağıt gibi hiçbir farkınızın olmadığını farkedeceğiniz sürünün arasına geri dönün, seçim sizin. Şimdi son bir sigara daha yakıp yatıyorum ve sizi gözlerinizden öpüyorum.
Elbette hayır, böyle bir şey yapmayacağıma dair onca açıklama yapmama rağmen siz... Siz... O kadar salaksınız ki..."

Bir anlık hışımla yerinden kalktı, buruşturduğu kağıt yumruğunun içinde uyuyakaldı yazamayan yazar.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Ben Bu Olamam Herhalde - 4

"*
Ellerini yıkadı. Başını duvara dayadı ve derin bir iç çekti. Ölen annesini düşünüyordu. OF! Sizce de kulağa saçma gelmiyor mu? Yani bakın; bu adam pasif agresif bir ayyaş ve hayatında annesinden başka kimsesi yok(tu). Öyleyse annesi öldükten sonra da patlamayacaksa ne bok yiyecek bu adam! Bazen ölesiye saçmaladığımı düşünüyorum ve böyle düşünmeye başladıktan sonra saçmalama boyutum öldüresiye olmaya başlıyor. Kendi içinde terfi ediyor yani. O kadar salaksınız ki, sırf siz bir şeyleri anlayabilesiniz diye sürekli "yani" demek zorunda kalıyorum ve oturup siz tuvalette sıkılmayın diye uyduruk, popüler kitaplar yazmaya çalışıyorum. Çünkü benim geçim kaynağım bu! Çünkü kelimesinden nefret etmeme rağmense sürekli kullanmak zorundayım, ben bir yazarım! Dolayısıyla da hiçbir kelimeden tiksinme veya nefret etme lüksüm yok. Hiç de adil değil. Mesela siz şimdi orada oturup benim ne anlattığımdan haberdar değilken ben sizin güzel sarı saçlarınıza bakarak iç geçirmek ve hormonlarımı bastırmak zorunda kalıyorum. Aksi halde size asılmam işten bile olmazdı. Ama önümüzdeki yetmiş yıl için çapkınlığa tövbe ettiğimi biliyorsunuz; yine de bana bu kadar güzel gülümsemekten hiç ama hiç geri kalmıyorsunuz kuzum. Bakmayın bana öyle, lütfen. Önümüzde hovardalık seçeneğinin olduğunu ben de biliyorum, fakat ne yazık ki bu seçeneği yalnızca esmerler ve kumrallar için kendime geçerli kıldığım gerçeğinden bihabersiniz. Belki de artık hayatımda bir kadına ayıracak kadar emek, çaba, fedakarlık kalmamıştır; ne dersiniz? Bunu bir düşünmelisiniz. Çünkü her seferinde hayatımdaki kadınların kendini mahvetme çabası benim üzüntülerimle ve asabiyetimle son buluyor ve ben hayatıma giren her kadının benden beklediği derin anlamlar, görkemli cevaplar, açıklayıcı itiraf ve savunmalar yüzünden şu nefret ettiğim "çünkü" bokunu sürekli dilime pelesenk etmek zorunda kalıyorum. Aslında biliyor musunuz? Bir şeyler için zorunda kalmaktan nefret ediyorum. Kadınlardan da vazgeçemiyorum. Ancak gelin görün ki aklıma zincirlediğim her kadın büyük beklentileri de beraberinde koynuma sokuyor. Yapamıyorum! O yüzden dördüncü keredir aslını sormaktan vazgeçin, ben de size şatafatlı hikayeler anlatayım. Tabii böyle bir şey yapmamı beklersiniz, cidden beklersiniz. O zaman gelin sizinle ortaokul yıllarıma gidelim de size kadınlar ve beklentiler arasında çürüyen ömrümün ilk kırıntılarından söz edeyim. Altıncı sınıftayım ve önümde oturan kızdan hoşlanıyorum. Evet bildiğiniz gibi, aferin. Hoşlanıyorum. Ama babamın ölümünden sonra hayatımı göğüs kafesime kapatmışım, alımlı bir kız için de içimdeki mezar taşını kıracak cesaretim yok. Belki korkmuyorum da kaçıyorum. Belki de babamla ezilen duygularımı açık etmek beni ürpertiyor. Şu anda hatırlayamayacağım, ukalalaşmayın. Anlatıyorum işte! Dediğim gibi kız benim önümdeki sırada oturuyor. Bu olay cereyan ettiği sıralarda fen bilgisi dersindeyiz ve ilginç bir şekilde o sıralar fen bilgisi benim en sevdiğim ders! Başarısız bir yazar için makul görülebilir, evet! Kapayın çenenizi! Öğretmenimiz dersi boşlamış, üç kişi muhabbet ediyoruz. Ben, kız ve yanında oturan dallama... Bu dallama, eşek sucuğu arkadaş da benim kızdan hoşlandığımı biliyor. İşin garibi aslında kız da ondan hoşlandığımı biliyor. Durum böyleyken o "e.s." (yani eşek sucuğu, ama artık kısaca e.s. şeklinde analım, yoksa sinirime dokunuyor) birdenbire, sanki vahiy gelmişçesine, pezevenkçe bir aydınlanmayla, muhabbetin ortasında "sen Nevin'den hoşlanıyor musun, onu seviyor musun" tarzında laflar etmeye başladı. Ben de haliyle henüz yeni kilit vurduğum küçücük tüysüz göğsümü parçalarcasına yarıp içimdeki ışığı Nevin'in yüzüne vurmaya hazır değildim. Haliyle kem küm etmeye, kekelemeye ve kızarıp morarmaya başladım. Şu dört harfli kelime tam kırk dakikalık ders boyunca ağzımdan çıkamadı: "Evet". Sonrasında kız herhalde halime acımış olacak ki; "teneffüste bana çikolata alır mısın?" diye sordu. Ben ona bile evet diyemedim. Yok ebesinin darağacı! Evet, alırım dedim elbette. Siz de beni iyiden iyiye saf yaptınız. Evet belki biraz safım ama iyi niyetimden... İçten içe sevinmeye başlamıştım. Mideme düğümleyerek attığım kozalardan kelebekler açmaya başlamıştı. İçimdeki kömürü dökebilirdim artık, en kötüsünden bir dert ortağım olacaktı! Evet, belki sarışın değildi, ama gayet alımlı bir kızdı. Ben böyle on dakikalık bir süre için bile olsa, karanlık dünyamın, kör edici mahzenlerinden çıkmışken; kız bana doğru döndü ve yüzüme yarım yamalak bir bakış atarak; "boşver, vazgeçtim alma ya..." dedi. O gün ilk mide kanamamı geçirdim. Normalde böyle şeyleri dert etmeyen biriyimdir, ta o zamanlar bile öyleydim. Kendimi de moralman fazla çökmüş hissetmesem bile midemdeki kelebeklerden zehirlenmiş olacağım ki midem, o küçücük acı deposu midem iflas etmişti. Neticede annem geldi ve on dakikalığına havada süzüldüğüm bir günde ambulans eşliğinde hastaneye yol aldım. O yüzden bana gülüşünüzde bir samimiyet olmamasından korkuyorum. Çünkü biliyorum ki, beni terkettiğinizde bana hiçbir zaman "çünkü" ile başlayan bir sebep sunmayacaksınız ve "çünkü" ile başlatacağınız ve geçerli bir sebebinizin olacağı bir diyalog aramızda hiç yaşanmayacağından, bana yaşattığınız o on dakikayı asla bilemeyeceksiniz. Asıl acıtan gerçekse, benim o tarz bir on dakikayı tekrar kaldırıp kaldıramayacağımı bilmiyor oluşum. Bu yüzden hayatım boyunca beklediğim halde gelmeyen "çünkü"den nefret ediyorum.
İyi günler.

Bir anlık hışımla yerinden kalktı. Ağlamamak için sıktığı dişlerine isyan eden titrek çenesiyle uyuyakaldı yazamayan yazar.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Bu Ben Olamam Herhalde - 3

"*
Bugün günlerden yaşayan ölüler günü... Haydaaa.... Olmuyor, olmuyor, olmuyor. Hayır bunun sizinle bir alakası yok canımın içi, yazamıyorum! Kitap yazacağım, ama giriş cümlemi sökeyim müsaadenizle... Kimse de demiyor ki aga bu nedir?! Halbuki bu tarz durumlarda ortaya atılıp, ota çöpe ahkam kesen biri olarak (bu işi kendi kendime de yapamayacağıma göre) benim de arada bir bu tarz şeylerde "Bugün günlerden yaşayan ölüler günü ne lan, ağzını kırdığım!" diyecek insanlara ihtiyacım var. Yalnız bakıyorum da canımın içi lafını duyunca hemen de cıvıttınız. Ne o öyle mıc mıc, bık bık ötmeler. Hem sen kimin ağzını kırıyorsun ulan! Pardon, bazen böyle atar yapmak hoşuma gidiyor. Çünkü burada atarları bir tek ben yapabilirim, çünkü siz bana sürekli nefret ettiğim şu eti burulasıca "çünkü" lafını kullandırıp duruyorsunuz. Yazık size, hayır yani bana da yazık. Oysaki güne ne güzel başlamıştık. Sarışın kadınlara olan zaafımı ağzımdan kaçırdığımda karşımda şebek gibi sırıtıyordunuz. Bu arada saçlarınız boya mı? Çok güzel gülümsüyorsunuz. Biliyor musunuz, ben gençken, ta lisedeyken, uyduruk bir botanik park gezisine çıktığımız otuzbeş kişilik beyaz Peugeot minibüste, sarışın bir kız da benim için aynı cümleyi sarfetmişti. Ancak ben o sıralarda İstanbul'da olan ve çatır çatır beni aldatmakla meşgul sarışın sevgilimin aptal aşık kontenjanını doldurduğum için, hayatımda ilk defa güzel ve sarışın bir kızdan aldığım bu iltifatı, gayet lavukça sırıtarak ve "hede hödö" şeklinde kekeleyerek es geçiyordum. Sonra o güzelim kız yanımdan hayal kırıklığıyla kalkarken yaptığım bu mendebur ve tümüyle gerizekalı hareket, hayatıma yön veren hatalarımın durduğu kara tahtaya, gayet at sikindeki kelebek edasıyla yazılmış pembe bir tebeşir kiri şeklinde yerleşiyordu. Ve ben tam bir gariban gibi elimdeki Victor Hugo'ya geri dönüyordum. Üzerinden tam yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün evlendiği adamla paldır küldür sevişen o sarışın kız (gördüğünüz üzere) içimde hokka gibi bir uktedir. Çünkü sarışın kadınların beni benden alması o olaydan iki yıl önce, ben daha tazeyken Howard Hughes'un lafıyla tanışmamla başlamıştı. "Centilmenler sarışın sever." O sıralarda esefle kınadığım "sarışınlar boktur" şarkısı ise, İstanbul'a kaçtığı ara bana iki güzel sedef boynuz takan sarışın sevgilimin yediği haltı öğrenmemle hayat felsefem haline geliyordu. Lütfen pis pis sırıtmayın, bu işin aslını size uzun uzun anlatamam, şirinlikleriniz nafile. Size daha en başından aslına bakarsanız aslını hiç sormamalısınız demiştim, o yüzden bu tavrınıza bir son vermezseniz o güzel gülücüğü, temiz bir tokatla  suratınızın orta yerinden okkalı bir şekilde sileceğim. Zaman geçse de etrafımdaki sarışın güzeller azalmadı ve sonuç olarak hep esmerleri bastırdılar. Çünkü kumrallar bana göre değil ve böyle gülümsemeye devam ederseniz belki ilerde size neden "çünkü" lafından nefret ettiğimi de anlatabilirim. Sonuç itibariyle centilmenler sarışın sever ve sarışınlara bok denilmesinden nefret ederler ve onları yeterince kızdırabilirseniz, size "aptal sarışın" kalıbını yutturacak kadar gerizekalı esmerler ve embesil kumrallar bulacaklardır. İyi günler, saygılar."

Bir anlık hışımla yerinden kalktı, Monroe tablosuna takılı kalan sulu gözleriyle uyuyakaldı yazamayan yazar.



17 Şubat 2012 Cuma

Bu Ben Olamam Herhalde - 2

"*
Uyumayı sevmiyorum. Bu yüzden bana kızacak pek çok arkadaşım var. Ama hoşuma gitmiyor işte, ne yapayım! Hakikaten ne yapayım? Elbette bu retorik bir soruydu, daha önce size bundan söz etmiştim. Kusura bakmayın, daha önce söz ettiğimiz her şeyi hatırlayamıyorum, o yüzden bunun gibi bir ayrıntıyı atlamadığım için bence şanslısınız. Şans demişken, şans konusunda yapabileceğim tek şey ismini zikretmek. Çünkü hiç şansım yok. Misal; birazcık şansım olsaydı çünkü demekten nefret ettiğim halde sürekli çünkü demek zorunda kalmazdım. Sürekli kullanmak zorunda kalmam bence sizin suçunuz. Evet, doğru duydunuz. Yüzüme öküz gibi bakmayın lütfen, öküzleri kıskandırıyorsunuz. Öküz gözlü insanlardan hoşlanmıyorum zaten. Yani demek istediğim, patlak gözlü ve göz kapakları yarıya kadar kapalı insanlardan. Yoksa büyük gözlü kadınlara bayılırım. Renkli gözlü bir kadın her zaman favorimdir; ancak renkli ve büyük gözlü kadınlar bana ürkütücü geliyor. Durun, yanlış anladınız galiba. Tam olarak demek istediğim hem büyük gözlü, hem renkli gözlü kadınlardı. Bu özellikleri ayrı olduklarında çok sevmem gayet doğal değil mi? Değil mi! Hey, sana söylüyorum korkak tavuk! Eğer ben değişebiliyorsam, siz değişebiliyorsanız, hepimiz değişebiliriz! Bok değişiriz! İnsanlar değişmiyor kuzum. Aslına bakarsanız değişiyorlar, ama bu kısa vadede olmuyor. Sürekli dibinizde olan birinin de günden güne değiştiğini uzun vadede göremiyorsunuz. En iyisi siz boşverin. Zaten cümleme "aslına bakarsanız" kalıbıyla başlamıştım ve size daha önce aslına bakarsanız aslını hiç sormamalısınız da demiştim. O halde siz gerizekalısınız ve bana size işin aslını açıklatmak zorunda kaldığım bir durum yaratıyorsunuz. Gördüğünüz gibi uzun cümle kurabiliyorum. Kadınların aksine erkekler uzun cümle kurma konusunda daha yetenekliler bence. Çünkü hiçbir erkek "artık kısa cümleler kuruyorum." gibi bir laf sarfetmemiştir ve hiçbir erkek bana hiç sevmediğim halde "çünkü" dedirtmemiştir. Bunu da buraya dipnot olarak ekliyorum: eğer öyle bir erkek varsa, onun erkekliğini sökeyim. Bakınız burada birini andım, ama siz anlamadınız. Fakat o anlayacaktır ve bu sizi ilgilendirmez. Umrunuzda olmayacağını da biliyorum, ama yine de böyle şeylerden sözetmek hoşuma gidiyor. Hoş, dün gördüğüm rüyada hiçbiriniz yoktu. Belki de vardınız da ben sizi hatırlayamıyorum. Hatırlayamayışım sizin hatırlanmayacak kadar değersiz olduğunuz anlamına gelmiyor. Aranızda hatırladığım öyle insanlar var ki, kimisi küfürlük kimisi "of" dedirten cinsten. Hatta bazıları var ki - bunlar "dişi" oluyorlar - karşıki dağları yıktıran cinsten of dedirtiyor. Aman aman... Siz yine benim çapkınlığa başladığımı düşüneceksiniz. Düşünmeyin! Boşuna dememişler düşün düşün boktur işin diye. Size önümüzdeki yetmiş yıl için çapkınlık maceralarımı askıya aldığımı söylemiştim! Ama Türkçe o kadar güzel bir dil ki, çapkınlığı bıraktığınız anda hovardalığa başlayabiliyorsunuz. O yüzden bana numaranızı veya adresinizi verin, çünkü güzel gülen kadınlara bayılıyorum. Hepsi benim canım ve ben yatıyorum! Hayır, kadınlarla değil! Hiç sevmediğim uykuyla!"

Bir anlık hışımla yerinden kalktı. Portmantoya çarptığı kafasıyla uyuyakaldı yazamayan yazar.

16 Şubat 2012 Perşembe

Bu Ben Olamam Herhalde

"*
"Bakın şimdi sizin için güzel şeylerim var." şeklinde hiçbir kitaba başlanmaz. Aslını sorarsanız bir insan kitaba falan başlamamalı, çünkü aslına bakarsanız aslını hiç sormamalısınız. Çünkü sizi gerçeklerimle ezebilirim, ama hiçbir gerçeğimin olmamasından korktuğum için bu seferlik canınızı bağışlıyorum. Bağışlamak bana mahsus değil biliyorum, ama affedersiniz siz salak mısınız kuzum? Yani baksanıza ben, uyuyamayan bir adam olan ben, çeker vururum sizi! Vururum ve dönüp arkama bakmam bile. Çünkü o film güzel bir filmdi. Ne yazık ki siz hiçbir zaman böyle şeylerin değerini bilemeyeceksiniz ulan! Böyle bağırmak isterdim, ama gençliğimde her ne kadar laf sokmamla tanınsam da bu günlerde böyle şeyleri yapacak cesaretim yok. Öyleki alt komşum bile günün orta yerinde çok ses yaptığım için şikayet etmeye gelebiliyor. Gençliğim demişken henüz otuzbeş yaşındayım ve tanıştığımıza memnun olamıyorum. Çünkü aramızda mesafeler var ve çünkü demekten nefret ediyorum. O yüzden şu anda midem gurulduyor. Ağzıma bir kek atmama müsaade eder misiniz? Kusura bakmayın da kendinizi bu kadar pohpohlamayın lütfen. Ne yiyeceğime ve ne zaman yiyeceğime kendim karar verebilirim. Kendinizi hor görmenizi de istemiyorum. Siz benim karşımda ağzınızı öyle büzerken, kek yemek benim ne haddime... Evet ne haddime? Hakikaten daha önce bunu hiç düşünmemiştim. Retorik sorularla vaktimi fazla harcamıyorum. Retorik soru da nedir diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Saçmalamayın, nerden duyacağım canım.... Size canım dediğime kızmadınız umarım? Kafiye yaptım, başım döndü. İnsanın başı orta kulaktaki sıvının çalkalanması sonucu dönüyormuş. Ya da ben bunu kıçımdan uyduruyorum. Hoşuma gitti. Hayır, hoşuma giden kendi kıçım değil, aseksüel değilim. Bilakis kadınlardan çok hoşlanıyorum. Hep romantik bir adam olmak isteyip olamamışımdır, bağlanma problemim var. Aman tanrım çok havalıyım. Bir o kadar da çapkınlıkta sakarım. Bir türlü hayatıma giren kadınları güzel güzel idare edip, günümü gün edip sonra da başımdan def edemiyorum. Çapkınlığım yalnızca birçok kadınla tanışıp flört ettiğimle kalıyor. Galiba bu iş için çok merhametli ve fazla iyi kalpliyim. O yüzden hayatımın ilk yetmiş yılında çapkınlıktan vazgeçtim. Vazgeçtim, ama çok güzel gülümsüyorsunuz. Tanışabilir miyiz? Elbette tanışamayız, çünkü ben çünkü demekten nefret ediyorum. Bu yüzden bana nedenini sormanızı istemiyorum. Lütfen suratıma karşı ukalaca gülümsemeyin. Kadınlar tuvaletindeki aynayı bu yüzden koyuyorlar. Yoksa her budala makyaj tazeleyecek bir kadının yanında ayna taşıdığını bilir! Şimdi yıkılın karşımdan. Kusura bakmayın, hep böyle demek istemişimdir. Yoksa size böyle çıkışacak değilim. Sanırım artık size attığım çığlıkların, gecenin içinden süzüldüğü bir vakitte kelebek yakalama zorunluluğu kalktı. Çünkü ben delirmek üzreyim! ("Üzere" yerine "üzre" yazmaya hep özenmişimdir.)"

Bir anlık hışımla yerinden kalktı, köşedeki şarap şişesine çarptığı ayağıyla mutlu mesut uykuya daldı yazamayan yazar.