20 Mart 2012 Salı

Bu Ben Olamam Herhalde - 7

"*
....elleri kirlenmişti. Banyoya doğru yönelirken, ucu kırık boy aynasından kendini seyrediyordu. Ancak... Siz bakarken yazamıyorum! Sana söylüyorum kelebek gülüşlü, sarışın. Zaten hayatım bu ara dalgalanmakla meşgul. Dalga demişken, (yanlış anlamayın lütfen) denizden hoşlanan biri değilim. Yani deniz, kum, güneş bana göre değil.  Sevmiyorum. Ben daha çok şehir adamıyım, tatil beni şehirden daha çok yoruyor. Oryantal melodilere bayılıyorum, sanırım kanımda var ve şeker hastası olmaktan çok korkuyorum. Galiba nedeni anneannemin insülin maceraları içerisinde büyümüş olmam. İğnelerini hep ben ayarlardım. İğneler de bana göre değil aslına bakarsanız. Ama size çok çok önceden aslına bakarsanız aslını hiç sormamalısınız demiştim değil mi? Üçkağıtçılık etmeyin, elbette dedim. Çünkü işlerin aslı her zaman güzel çıkmıyor. Bazen keşke aslını hiç sormasaydım diyebiliyorsunuz. Bu yüzden bu "çünkü"yü  her zamankinden biraz daha az tiksinerek söylüyorum, nihayetinde anlattıklarım size ders olsun istiyorum. Aslını sorma olayı ilk canımı yaktığında henüz yirmi yaşındaydım ve canımı yakan "asıl" meselesi o zamanlar aptal aşık kontenjanını doldurduğum ve size daha önce de bahsettiğim sarışın sevgilime aitti. Sarışınımın yanına gitmeye uğraşıyordum. Bir dizi aksilik sonucu limana binmem gereken deniz otobüsünden yaklaşık yarım saat sonra ulaşabilmiştim. Telefonumdaki son enerji damlasıyla sevgilime yanına gelemeyeceğimi söyledim ve telefon suratına kapandı, şarjım da bitmişti. Ben geri dönmeye niyetlenirken, (artık ne kadar çaresiz görünüyorsam o ara) bir adam bana seslendi. Beni yanlarına aldılar, atladım gittim İstanbul'a. Bunların hepsi gereksiz ayrıntılar tabii. Cebimde bir tek dönüş param olmasına rağmen, yabancıların arasında otostop çekerek İstanbul'a gitmem ve sonra yediğim boynuzu görmem, yalnızca benim o sıra ne kadar aptal olduğumu gözler önüne seriyor o kadar! Gördüğüm kadarıyla siz de deli gibi eğleniyorsunuz! Hiç hoş değil... Neyse... Hatırınız için devam edeyim. Sağolsunlar, beni yanına alan aile Esenler'de bıraktı. Esenler'e varana kadar, arka koltuktaki cimcimeyle oyalandığımdan vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Çocuklarla aramın nasıl olduğundan size ne? Benden çocuğunuz olsun mu istiyorsunuz? Ne iğrenç şarkıydı o değil mi? Esenler'e varınca, silik tipimin avantajlarından yararlandım. Bir ara size bunun getirilerini de anlatırım. Servislerin durduğu otoparka geçtiğimde, karmaşık bir insan güruhu, şoförlere sora sora binecekleri servisi bulmaya çalışıyordu. Şoförle diyaloğa girdiğiniz zaman size indiğiniz otobüsü, hatta bazen bileti sorabiliyorlar. O yüzden kaçak binemiyorsunuz. Ama benim yeteri kadar tecrübem olduğu için, hemencecik bineceğim servise atlayıp, arka koltuğa pustum. Taksim'e varana kadar da çıtım çıkmadı. Yine yılan gibi süzülerek indim servisten. Sırtımda çantam, sarışınımın evine giden otobüse atladım. Ancak otobüsteki muavine hiçbir numara yediremeyince otobüsten yaka paça atıldım. Anlayacağınız, sonum yine otostop oldu. İlk olarak orta yaşlı bir kadının Volvo'suna denk geldim. Tam bir "bayandan satılık oto" idi. Ağır bir mango kokusu, aynaya takılı bir peluş ve hiç kullanılmamış bir küllük. Kadın beni ESMER kızına yamamaya çalışınca, dayanamadım, indim. Koyun kokulu bir kamyona denk geldim. Şükür ki şoför babacan adamdı, güle oynaya sohbet ederken içime işleyen ağır koyun kokusunu çabucak unutmuştum. Güç bela kız arkadaşımın evine vardım. Paspasın altına iliştirdiği yedek anahtarı elimle koymuş gibi buldum, eve daldım. Neler olduğunu merak ediyor olabilirsiniz; ama unutmadan size, ben asansördeyken, asansöre binmek üzere olan, ancak üzerimdeki ağır koyun kokusunu alınca gerisin geriye kaçan yaşlı kadından söz etmeden geçemeyeceğim. Öyle ki kadın sayemde bütün bacak ağrısını yenmiş olacak ki elindeki bastonu kucaklayarak kaçmıştı. Eve girdiğimde birkaç gülüşü takip ederek mutfağa yöneldim ve elinde birayla buzdolabı civarında takılan yarıçıplak bir "lavuk" gördüm. Sarışın kız arkadaşım bir anda ismimi haykırarak arkamda peydah olunca ona döndüm. Üzerindeki sütyen her şeyi ifade ediyordu. Sonuç olarak, o gün sarışın bir kadınla yarı çıplak takılan bir adamı nasıl dövebileceğimi öğrenmiş oldum. Bir bakıma güzel oldu, çünkü o güne kadar hep ben dayak yemiştim. O günden sonra döven de, aldatan da ben oldum sanırım. Aslına bakarsanız, onları daha kötü bir halde yakalamadığım için şanslı bile sayılırım. Kötü bir travma olurdu doğrusu. Bu arada küçük pozitif şeyleri yakalayabilmem de benim budala yanım... Bu yüzden bir daha bana hiçbir şeyin aslını sormayın. Sizden saklamam gereken şeyler var, gördüğünüz üzere..."

Bir anlık hışımla yerinden kalktı, sonuna kadar açtığı müzikle uyuyakaldı yazamayan yazar.

12 Mart 2012 Pazartesi

Bu Ben Olamam Herhalde - 6

"
Sanırım insomnia oldum. Hayır, aptal mısınız? Bu bir kitap cümlesi değil, kendimden söz ediyorum. Yaptığınız çok ayıp! İlk kez burada kitap yazmakta nasıl bocaladığımdan değil de kendim hakkında bir kaygıdan söz ediyorum ama siz hala... Neyse. Sanırım yalnızlık bana dokunuyor. Gençken çok hata yaptım. İçimdeki öfkenin yükselişte olduğu dönemlerde (ki bu dönemler genellikle liseye denk geliyor), yalnız kalmaktan çok korktum. Yalnız kalmak istemedim ve yalnız kalmamak için de tanımadığım insanlarla hızlı bir samimiyet kurmak istedim. Hayatımın en büyük çuvallamasıydı. O yüzdendir ki rüyalarımda hep lise anılarımı ve lisedeki arkadaşlarımı veya yalnız kalmama adına yaptığım hatalar yüzünden kendimden uzaklaştırdığım güzel insanları görüyorum. Onlara rüyalarımdan söz ediyorum, sizi gördüm diyorum. Ama geçmişte karneme "kırık" olarak işlediğim notların izleri hala geçmemiş olacak ki, yakınlaşamadığım insanlara bir umutla derdimi açtığım anda yine "siktirname" alıyorum. Olmuyor anlayacağınız. Sizinle de olmuyor, sizle de olmuyor. Çünkü çok güzel olduğunuz halde ben ne zaman içimi dökmeye başlasam siz eblek eblek sırıtıyorsunuz. Güzel gülüşünüzün aksine son derece itici olan bu "sırıtış" ise benim aklıma "çünkü"yü sokuyor ve ben çıldırıyorum! Biliyorum, siz de benim gibi "çünkü"den bıktınız. Belki bilinçaltımda sizinle böyle bir yakınlaşma, bir ortak nokta sağlamaya çalışıyorumdur, lütfen bana bu konuda biraz yardımcı olun. Hayat bazen ilerlemiyor, ama çoğunlukla su gibi akıp geçiyor. Oysa ben sizin aksinize ilerlemediği, donup kaldığı zamanları çok seviyorum. Mutlu oluyorum öyle anlarda. Gelecek bir yana, yaşadığı anı bile umursamayan biri olarak, ancak böyle anlarda geçmişimin güzel köşelerine dönüyorum. Hani bir geyik vardır ya; "beni tanısan çok seversin" şeklinde. Bunun kadar abuk subuk, manyak bir şey görmedim! Yahu, olay zaten birini sevecek kadar tanımakta! Tanımaktır önemli olan, yoksa adam gibi tanıdığı herkesi sevmeli insanlar. Sevmediğin adamla işin ne? Eğer bana çıkar ilişkisi falan diyecekseniz, şimdi şuradan kalkar çeker giderim, giderim ve dönüp arkama bakmam bile. Yaşar Usta yine beni andı anlayacağınız. Hayatımda hep öyle samimi insanlar istedim. Kimisini buldum ve mutluyuz, kimisini öyle bir şekilde kaçırdım ki hiç sormayın! Siz sormadan, ben anlatayım. Lisede yalnız kaldığım zamanlarda, bir vakit, öylesine, yolum İstanbul'a düşmüştü. İstiklal'de aylak aylak gezerken bir anda yağmur bastırdı. Evet, Mikail sürpriz yapmak istemiş olacak ki, yağmur yağıyor demeye kalmadan her yeri su basmıştı. Ben sırılsıklam olmuş bir vaziyette sığınacak bir dam ararken, oradaki lokantalardan birine dalıverdim. Cebimdeki son paramla, sırf ayıp olmasın diye üç kuruşluk bir şey aldım ve tümüyle sıvı faza geçmiş bir halde bir masaya çöküp aldıklarımı afiyetle kemirdim. Fakat bugünlerde arayıp da bulamadığım kahpe tam oracıkta enseme çöküverdi: uyku! İki gündür uyumadığımdan, aldığım beş paralık yemin de etkisiyle dalıverdim hemen. Sonra şiddetli bir dürtüyle uyandım. Garson, bana bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya çalışırken ben uyku salağı bir halde kulaklarıma gelen sesi Türkçe'ye çevirmeye çalışıyordum. Sanırım ıslandığımdan kafam kısa devre etmiş bir vaziyette etrafıma bakınırken, garson beni çoktan kapının önüne getirmişti bile. Tam o sırada, o sarışın, ah o sarışın (tahminimce benim koruyucu meleğimdi kendisi) öyle bir imdadıma yetişti ki... Anında garsonlara bağırmaya başladı, beni tuttu toparladı. Ben hala masada uyuduğumu ve rüya gördüğümü zannederken, ismini fısıldadı bana. "Gel" dedi, "Burada oturulmaz, adam gibi bir yere gidelim." Öküzleşmeyin, ismi "Gel" değil tabii! Gittik. Cebimdeki derin sessizlik yüzünden, o akşamüstü hayatımda ilk defa parasını bir kadının ödediği çayı, utanarak - sıkılarak - morararak ve daha ne kadar ekstra utanma efekti varsa, öyle içtim. Ömrümün en güzel çayıydı. Hala da öyledir. Çünkü (bu çünküyü o kadar içten bir pişmanlıkla kullanıyorum ki anlatamam) o akşam güzel bir muhabbet sonrası aldığım telefon numarası; ıslak hırkamın, ıslak cebinde, ıslak bir kağıttan, kalbimde ıslak bir hayalkırıklığı ve sırılsıklam bir pişmanlık bırakarak siliniyordu. Ben de böylece adını kulaklarıma ve zihnime tam olarak fısıldadığı şekliyle ve ses tonuyla mıhlıyordum: Elif!"

Bir anlık hışımla yerinden kalktı, eskimiş şarabından koca bir yudum daha aldıktan sonra uyuyakaldı yazamayan yazar.

7 Mart 2012 Çarşamba

Bu Ben Olamam Herhalde - 5

"*
Şimdi kalkıp, güzel bir çay demlemek varken; ben yine acı bir sigara sarıp, kağıtların başına oturuyorum. Hayır, bir şey yazabildiğimden de değil. Tümüyle zorunluluk. Kendime benim yerime para kazanacak birilerini bulmalıyım. Ne yazık ki yaşım otuzbeşe erdiğinden, evlatlık da olamıyorum. Öyleyse bu seçenek de tükenmiş görünüyor. Anlayacağınız el mahkum, göt gardiyan. Kusura bakmayın ben aslında küfreden biri değilim annesini keseyim. Bilakis çevremde oldukça kibar biri olarak bilinirim. Şu an içinde bulunduğum üç metrekarelik alanda kibar biri olarak biliniyorum yani. Yoksa çevrem diyebileceğim bir cemiyete sahip değilim. Peşinden koştuğum kadınlar bu hayatta çevremden geçmekle mükellefler; henüz beni çevreleme zahmetine katlanamadılar. Öyle bir şey olursa size haber veririm diyemeyeceğim tabii. Size gelmediğim gün seviştiğim gündür gülüm. Bakın siz bana sırıtıp dururken ben ne güzel saçmalıyorum. Çünkü kafamı kaplamaktan, beni meşgul etmekten bıkmıyorsunuz ve ben her seferinde size açıklama yapmak için hiç sevmediğim şu "çünkü" bokunu kullanmak, dilime yapıştırmak zorunda kalıyorum. O kadar da iğrenç bir tadı var ki anlatamam. Halbuki anlatmamı beklerdiniz değil mi? Yazan, bir yazar olarak böyle şeyleri becerebilmem lazım tabii. Yani en azından... Okunan bir yazar olmak isterdim elbette, bu benim suçum değil. Ama yazan bir yazar olmayı seçtikten sonra okunan bir yazar olamıyorsunuz. Hem yazan hem de okunan bir yazar olmak işleri ise tercihlerle falan olmuyor maalesef, doğuştan geliyor. Ben bunları anlatırken size hiç soru sormadığımı farkettim; ama yalnızca hayalden ibaret olduğunuz için bunu bozacak hareketler yapmak istemiyorum. Hayatıma giren herkesi kaybetmeme neden olan kaybetme korkusu burada da devreye giriyor ve kısır döngüm, lanet paradoksum başlıyor. Sizi kaybetmekten korkarken kaybedeceğimi biliyorum. İşte bu yüzden böyle şeylere girişmiyorum, sesinizi duymak istemiyorum ve size yanaşmıyorum. Sesinizin, düşüncelerinizin, hayatımda kapladığınız alanın, güzelliğiniz ve gülüşünüz kadar mükemmel olduğunu düşünmek bana yetiyor. Bunların hepsini nereden mi biliyorum? Çünkü siz bana aitsiniz. Siz benim kafamsınız, rüyamsınız. Öyle kalmanız yeter. Fazlasını bulduğunuz yerde küstahlaşacağınızı biliyorum. Daha ileri gitmiyorum. Beni kaybetmek istemiyorsanız güldüğünüz gibi kalın. Ya da biraz sonra buruşturup atacağım bu kağıt gibi hiçbir farkınızın olmadığını farkedeceğiniz sürünün arasına geri dönün, seçim sizin. Şimdi son bir sigara daha yakıp yatıyorum ve sizi gözlerinizden öpüyorum.
Elbette hayır, böyle bir şey yapmayacağıma dair onca açıklama yapmama rağmen siz... Siz... O kadar salaksınız ki..."

Bir anlık hışımla yerinden kalktı, buruşturduğu kağıt yumruğunun içinde uyuyakaldı yazamayan yazar.