17 Aralık 2013 Salı

Serin

An, farkındalıkla başlar. Farkında olmadığınız ya da farkına varmadağınız hiçbir an, an değildir. Uzayda yer kaplamaz. Zihninizde iz bırakmadıkça yaşanmamış kabul edilebilir. Hayatınızdan geçen anlar arasında sizi oyalayan ibareleri kapsarlar o kadar.

Bir insanla aranızdaki görünmez mesafe ne kadar darsa, o kadar "an"a sahip olursunuz. Ve sahip olduklarınızı halef - selef ilişkisine dönüştürmedikçe o anlar zenginleşir. Tam olarak "an" değerine erişirler. Böylelikle zihninizi serin kılan bir servete sahip olursunuz.

Sahip olduğunuz rahatlama ve beyninizi yakmadan edinebildiğiniz sürdürülebilirlik size sahip olduğunuz şeylerin değerini anlama fırsatı da sunacaktır. Elbette ki bunu da size bağışladığı anlarla sağlar. Bir kişiyle, bir "an"a sahip olabilmek için önce içinde bulunduğunuz duruma dair ironilerin farkına varmalısınız. Tezatların içinden geçmelisiniz. Kalbiniz ayağınızın dibine yuvarlanmalı. Beyniniz şakaklarınızdan damlayacak hale gelmeli. Önünüzde duran acıyı sahiplenirken arkasında duran ferahlığı görebilmelisiniz.

*

O kadar güzel anlara sahibiz ki, sıkıntımın kalbimi ezdiği şu günlerde bile beynim rahat. Kulağımdan lavman yapılmış gibiyim. Bilinçaltımda isten, pastan eser kalmadı. Ne kabus var ne bir şey. Stres, hayatın doğal bir getirisi olarak var. Diyorum ya, kalbim eziliyor. Ama kafam o kadar net ki. Aynaya bakınca düşüncelerimi görebiliyorum. Ruhuma serin bir rüzgar esiyor sanki. Paylaşabileceğim koca bir huzura sahip olmak inanılmaz güzel bir şeymiş. Hem de hiç yorulmadan...

Bu kadar yalnızlığa ve iç sıkıntısına iyi gelen tek bir şey var ve onu da açık edecek değilim. Bir sır olarak kalmalı, yalnız iki kişi için. Ve özelliğini korumalı, iki kişi için sıradan ve basit olduğu için güzel olduğu gibi.


12 Ekim 2013 Cumartesi

Sızıntı

Kalp krizine yakın yaşayan ama elinde olmadan en uç olaylara karşı bile soğukkanlı davranabilen bir insandım. Nedeni basit sayılabilirdi esasen. Teoride ölümü yaşama yeğlediğim anlar yaşamışken, pratikte hala nefes alıyor olmak kafamdaki dünyayı hafızamın alabildiğine değiştirmişti. Bir dönemin efsane ortaokullusu olarak iç cephelerimde yeterince etiket kompleksi tüketmiştim zaten. Öyle bir derdim yoktu haliyle. Ama kendime yaptığım çirkin makyajı ağladıkça ağzımdan içime akıyor, boğazımdaki sigaraya dokunmadan karaciğerimdeki katranın içine katılıyordu. Ne olduğumla ilgilenmiyordum; ama ne olmak istediğimi biliyordum. Oysa bu paragraf kadar bile yapmacık olamadığımın farkına varamıyordum.

Bu gecenin tatlı vakitlerinde söylediğim gibi gerizekalı değildim aslında. Sadece kontrolü kaybettiğim ve farkına varamadığım anlar yaşıyordum. Zekiydim, ara sıra zekasızdım; tabiri caizse. Hiçbir zaman gururunu çükü kadar seven ve hormonal usullerle kompleks vakitlerinde büyüten bir adam olmadım. Bunu söylerken gurur duymayışım da bu bokun doğru olduğuna en büyük kanıtımdır.

Kötü veya başka bir deyişle yanlış kararlar vermeye meyilli bir adamım. Ama hep kendi istediğimi seçtiğim için her tercihim aklı selim bir şekilde alınmıştır. Güvenle tüketebilirsiniz. Çünkü ben hep öyle yaptım.

O gün neydi, hangi gündü? Hangi hafta olduğunu hatırlıyorum, iki hafta geçmişti. Ama hangi gündü? Gerçekten aklımı o kadar mı aldı? Onu ilk görüşümü hatırlıyorum. Yanımdan sol bacağımı yalayarak geçen taksiyi, görüşümü gölgeleyen teyzeleri, onun yüzünü kapattığı için sinirlendiğim simitçiyi çok net hatırlıyorum. Onu fark ettikten sonra geçen on dokuz saniyeyi ve vücudunu bütünüyle seçebildiğim ilk andan itibaren bana gelirken attığı dokuz adımı ezbere biliyorum. Acaba nasıl görünüyordum? Günlük hayatta kaç kere nasıl göründüğümü merak ederdim ki ben? Normal bir vakitte mesela, gün içinde yürürken veya su içerken merak eder miydim nasıl göründüğümü? O an merak ederken sigaram elimi yakıyordu ve benim önceliğim nasıl göründüğümü kafamda canlandırmaktı. Tabii ki zaman yavaşladı ve görüş alanım tam olarak dörde bölündü. Bir köşede o yürüyordu, onun yanında sigaramın yaktığı elim vardı. Bir altta beni zehirleyen ilaçlar ve midemi yıkayan hemşire, en ötedeyse Blur çalıyordu ve ben bitemeyen bir çölde koşuyordum, belli ki bir kum tanesiydim. Arkamda mahallenin bakkalı, manavı, köşebaşı delikanlıları ve krem rengi Anadol'unda domates satan ayrık dişli, megafonlu dayı koşuyordu. Önümde o bana doğru yürüyordu. Bana doğru yürüdüğü halde, ona doğru koşuyordum; ama yakalayamıyordum. Bunu yaparken Blur dinliyordum, midem yıkanıyordu ve sigaram elimi yakıyordu. Her şey ölümcül seviyede saçmaydı. Terledim. Sırtımdan ince bir elektrik ve bir kedi kuyruğu geçti. Paçamdan yapraklar düşmeye başladı ve vakit geçtikçe her şey yavaşladı. Simitçiye sinirlendim çünkü görüş alanımda saçlarıyla aynı düzlemde yer alıyordu ve ben simitçinin kafasındaki A noktasından onun gözlerindeki B noktasına bir türlü ulaşamıyordum. Yüzündeki düzlemde dikkatim dağılıyordu ve gözlerimiz buluşamıyorlardı. Lanet andım içimden, ama ağzımın kenarı güldü. İstemsizce... Sol kulağımdan beynimin ortasına bir dik indim ve Blur'dan gelen kanun sesini oraya doğru sarkıttım. Bunu yaparken sigaram sendeledi ve kendine geldi. İyiden iyiye canımı sıkmaya başlayan izmariti içtim bir yudumda ve adımlarını saymaya başladım. Kirpiklerimde ince bir kaşıntı belirince panikledim. Gözlerimi kırpmayı hatırladığımda daha da panikledim. Yüzünü görüyordum, fakat algıdan eser yoktu. Ağzı... Kaşları... Saçları... Bir adımını kaçırmayı bile hayal edemezdim. Dayanmalıydım, ne olursa olsun zamanı olabildiğince yavaş tüketmeliydim.

İlk adımını attığında her yer şeftali koktu. Ayağının değdiği taşa sarılmak istedim ama kılımı kıpırdatamıyordum. Omuriliğimden Anıtkabir dolmuşları kalktı. Köşe başında bir kadın düşmeye başladı. O kadın orada geberse zerre umurumda olmazdı. Acaba rüzgara karışsam saçlarına daha çabuk gider miydim? Küçülüyordum, kalbim ufalıyordu. Beynim üç yaşındaydı, annem beynime kırmızı bir külotlu çorap giydirmişti. Beynimi ıslatınca baldırıma bir şamar indi.

Sağ ayağı ikinci adımına kavuşurken on iki yaşındaydım. Ağaçtan düşüp nefessiz kaldım. Arkadaşlarım etrafıma toplandığında tepemdeki yıldızların arasından geçiyordu. O gün anlam veremediğim gökyüzünün rengine saçlarında rastlayınca gözlerimin arkası yeşerdi. Bu kadın benim on iki yaşımı nereden bulmuş olabilirdi ki? Halbuki çocukluğumu iyi yerde saklardım ben. Etraf naftalin kokuyordu.

Üçüncü adımıyla birlikte sol kulağının üzerinden bana doğru geliyordu işte. Geçmesin dedim. Geçmesindi işte, çocukluğumla el ele durduğu yerde bana poz verecek olsaydı, koskoca Güvenpark'ı tuvalim yapardım. O saniye boyunca iki kadeh içmiş, dört gırnatacıdan fırça yemiş, Sakarya'nın altını üstüne katmıştım. Bütün bunları hiç hareket etmeden yapabildiğime inanamıyordum. Nabzımsa bu kadını alkışlıyordu adeta.

Ben ağzımın kenarıyla hem gülüp hem ağlarken dördüncü adım geldi. O adımla iki kişinin arasından sıyrılırken ben yükselmeye başladım. Bacaklarım iyiden iyiye sütun kesmiş, yerle bütünleşiyordu. Kök saldım ve yükselmeye devam ettim. Gözlerimin hiçbir yere gitmeye niyeti yoktu. Uzayda kapladıkları yere saplandılar. Dünyanın dönüşünü görebiliyordum. Tam olarak gördüğüm buydu, dünya dönüyordu, o bana doğru yürüyordu ve ben çarpılmıştım. Zamanın dışındaydım.

Beşinci adımını midemin tam ortasına attı. Kendimi pelüş bir oyuncak gibi hissediyordum. O adım attıkça ben yoruluyordum. Dudaklarında benzinim bitiyordu, çenesini tamamlayamıyordum. Saçının iki teli savrulduğunda burnum kırıldı, bisikletimi çaldılar, mahallenin çocukları üç tekerlekli bisikletimi ters çevirdiler, ilk süt dişimi çektim ve babam öldü. Korkmuştum.

Altıncı adımını kaldırabilecek miydim? Attı. Artık onu ilk gördüğüm anın tam tersine gözlerimi kırpmak ve eskisi kadar umursamaz uyanana kadar bir daha açmamak istememe rağmen tek bir hücrem bile bana cevap vermiyordu. O salise evde yoktum ben. En iyi arkadaşımla küsmüştüm. Blur bitmiyordu. Onu gördükçe gömlek değiştiriyordum. Kırıklarım kapandı. Sigaramın öldüğü yerden Zümrüdü Anka doğdu. Bana o kadar yakındı ki...

Yedinci adımını ne kadar kıskandığımı idrak edemiyordum bile. Her zaman günden güne olgunlaştığını düşünen ben kanun sesleri arasında sarhoş oluyor ve bir kadının yedinci adımını yalnızca onun olduğu için ve altıncının önüne geçtiği için kıskanıyordum. Kirpiklerim kaşıntıdan donmuş olmalıydı, ben istediğim halde birleşmiyorlardı. Onu gördüğümden beri ilk kez nefes aldım ve gözlerine havalandım.

Sekizinci adımıyla sesini duydum. Tüylerim diken diken oldu. Hareket edebilme yetimi tekrar kazandığım sırada alnımda bir şimşek çaktı, her şeyin kafama dank ettiği o an tokadı yedim.

Dokuzuncu adımıyla dirildim.

Bu; hayatın beni ölümü seçmek istediğim için pişman ediş şekliydi. Mutlusuzluğumda bile sallamadığım hayat benimle en büyük taşağını geçmişti. Pişman olmuştum ve onu tanımıştım. O kadar güzeldi ki...


Ve kafamda Blur çalmıştı...



7 Eylül 2013 Cumartesi

Gece Gelen Can Sıkıntısı

Gece gelen can sıkıntısına... diye başlamışım. Acaba ne için niyetlenmiştim yazmaya. Eskiden pek çok şey için yazardım. İnsanlar için yazardım. İnsanlara karşı hissettiklerim için yazardım. Onları mutlu etmek için yazardım. Yazmayı, tanıştığımız günün sabahı benim için bir şeyler yazan bir kadından adet edindim. Küçükken böyle değildi oysaki.

Her şey bir ajandayla başladı. Kendimi herkese altı buçuk yaşında tanıttığım bir dönemdi. Her pazar, eve giren gazetelerin sinema eklerinden kupürler toplardım; ajandama yapıştırırdım. Zaman zaman ısırmak istediğim, kola kokulu bir Prit'im vardı. Bu benim içimdekileri bir yere aktararak düşündüğüm, gözlerim açık hayal kurduğum ilk an olarak değerlendirilebilir. O yaşta Denzel Washington'la konuştuğum çok şey vardır mesela. Veya kendimi en ketum hissettiğim anlarda Juliette Binoche benim dert ortağım olmuştur.

Günlük yazmaya hep özenmişimdir. Ama defalarca günlük tutmaya girişmeme rağmen başaramadım. Günlük tutmayı başaran ve bunu bir alışkanlık haline getiren insanlara hayranım. Peki ben neden yapamıyorum? Çünkü ben tam olarak "bugün"de yaşamıyorum. Anlık algılarım tam bağımsız ve hür değil benim. Ben bugün aldığım bir tadı, hayatımla süregelen tatlarla bağdaştırıyorum, onları birbirlerine bağlıyorum. Bu bir tek hayatıma giren insanlar için geçerli değil. Keşke onlar için de böyle olsaydı. Bunu çok düşündüm. Özellikle kendimle uzunca baş başa kaldığım bugünlerde neredeyse başımı yastığa koyduğum her seferde gözümün önünde bu düşünce sahne alıyor. Keşke insanları da birbirlerine mühürleyebilseydim. Keşke her insan benim için özel olmasaydı.

Günlük hayatımda pek dikkatli değilim. Her şeye odaklanamıyorum. Bazen günlük aktivitelerimi farkında olmadan yaptığım veya ne yaptığımı unuttuğum oluyor. Ama beynime zincirleyip iç içe ördüğüm hiçbir anıyı unutmuyorum. Bu bazen bir lütuf, bazen bir lanet. Fakat durum şu ki; hangisi olduğunu belirleyen ben değilim, o an ilgi alanıma giren insanlar. Bir insanla genel hatları sıkıntısız bir ilişki kurduysak hatırladığım her şey ikimizi mutlu kılıyor ya da o an gözümün önünden geçen film şeritleri ikimize bir seyir keyfi yaratabiliyor. Ancak diyaloğumuz sıkıntıya düştüğünde benim hatırladığım her şey diş göstermeye başlıyor. Hatırladığım güzel şeyler yüzünden o kişiye sinirlenemiyorum, misal. Bu kadar saçma bir şey olabilir mi?

"Bir şeftali kokusu... Onun parfümü gibi... O gün de yağmur yağmıştı. Bana olan sinirini kırmaya çalışıyordum. Sabah migrenim tutmuştu. Ziraat Bankası'ndan sağa dönünce, önce Halkbank'tan para çekmeliyim. Sonra Dominos'un yanındaki ATM'den kirayı yatırırım. İçimdeki sıkıntı neden acaba? Şu an PTT'nin önü tam olarak Kızılay. İnşallah istediği albüm Dost'ta vardır. Belki arkasına da küçükken çektirdiğim vesikalık fotoğrafı yapıştırırım. Hani senelerdir sakladığım ve başka bir eşi olmayan, ilk gördüğünde çok güldüğü, bir başka zamanda kolumun üzerinde yatarken ve kulağıma "umarım çocuğumuz sana benzer" diye fısıldarken avucunda tuttuğu fotoğrafı. O zaman da yollar ıslaktı ve boğuktu hava. Etrafta her zamanki uğultu vardı. Belki biraz kirliydim. Çantamın ağrıyla tutunduğu sağ omzum ve sol iç cebimdeki kıçımın şeklini almış kıytırık cüzdanım... Saçlarım karışıktı, yüzüm yine çırılçıplaktı. Kafamda yüzünün halini canlandırmıştım. O an hayali yetmemişti. Çok para vermiştim albüme, kaç para vermiştim? O an verdiğim parayı saymayacak kadar gerizekalı değildim belki, ama o kadını hala hatırlayacak kadar gerizekalıyım."

Kafamda bir dizi oynuyor. Ne oto-sansürü var, ne denetleyeni var. Her fırsatta gösterdikleriyle, söyledikleriyle analı bacılı giydiriyor bana. Ben de oturup izliyorum, tek kanallı kuşaklar gibi. Çıkan giden de yok, kadro sürekli büyüdüğü halde. Bekliyorum; bütün bu olan biteni benim aklım ne zaman almayacak ve ben bir başıma tekrarlarla kalacağım?

11 Şubat 2013 Pazartesi

Ben Kendim ve Herkes Hakkında

Geçen günlerde, lisedeyken hayat hakkında nasıl düşündüğüme dair bir şeyler hatırladım. Hani üniversite bitirdik, aradan onca zaman geçti falan filan... Hayır işte... Her şey yerli yerinde, aynı şekilde duruyor işte. Hayata dair edindiğim, türettiğim ne kadar fikir varsa aynı şekilde duruyor. "Peki bu nasıl oluyor"u açıklayayım. Liseden bu yana geçen seneler içinde, kafam ve içindekiler defalarca değişti. Kimi zaman büyüdü, gelişti; kimi zaman erozyona uğradı. Bazen de birileri birlik olup kafamın üzerine bir çığ gibi düştüler. Sonuç olarak da aynı kanıya vardım. Ben gitmek istiyorum.
Böyle direkt ve toptan emekli olacaksın. Emeklilikten kasıt paranın olmadığı bir hayal elbette. Ama ne zaman bu düşünceye düşsem, aynı yerde tökezliyorum. Yalnız gitmek istemiyorum. Yanımda götüreceğim birini de istemiyorum. Biri veya birileri, birkaçı değil benim istediğim. Benim istediğim, herkes. Herkes ya... İstisnasız, seçmeden, kırmadan herkesle kalkıp gitsek hep beraber, hep beraber olabileceğimiz bir yere. Öyle hümanist, melek bir adam da değilim. Kendime matah düşünce bulutları çizmekten hazzetmiyorum. O yüzden yanlış anlaşılmasın, bu tamamen bencilce, bencilce ve bencilce arzulanan bir hayal. Yalnız şunu da belirtmeden paragraf atlamayayım; hayatımdaki bütün insanlarla buralardan çekip gidip bir adaya yerleşsek, hepsinin geçimini sağlamak için çalışan tek adam olabilirim ve zerre gocunmam.
Herkes gelmek istemeyecektir tabii. Herkes, herkesi de görmek istemeyebilir. Bunu hayatıma giren herkesle sınamış bir adam olarak anlayabiliyorum. Ama bu bir bakıma haksızlık. Çünkü ben herkesle olmak istemediğim bir düzen içerisinde, sırf herkesle birlikte olabilmek için herkese katlanarak herkesle olan ilişkimi sürdürebiliyorum. Öyleyse benim de bunu istemeye bir yerlerde hakkım var öyle değil mi?
Öyle değil. Konuşmayı sürdürdüğünüz sürece, birazcık akıllıysanız her işin içerisinden çıkabiliyorsunuz. Hayatın bu yönü çok sevdiğim bir paradoks. Yalnızca kendi kendime konuşarak her şeyi çözebiliyorum ve bu bana bir damla bile katkı sağlamıyor. Mükemmel bir ironi. Her şeyi kafamda çözebiliyorum, her şeyi ortaya döküp, anlatabiliyorum ve hatta kendimi herkesin ortasında, bir diyalogta veya sonu görünmeyen bir monologta yerebiliyorum. Ama bu benim hiçbir şekilde vicdanen ve aklen rahatlamamı sağlamıyor. Çünkü insanlar yine aynı, ben onları nasıl algılarsam algılayayım.
Artık insanlar hakkında yorum yapmaktan kaçınıyorum. Kötü bir adama kötüsün demenin hiçbir manası yok, iyi olanı kucaklayıp yola devam etmekte fayda var. Hayatıma giren herkesten sonra hiç kimseyi aramayıp herkesle yola devam etmekte karar kıldım.
İşin aslı yalnızca yaşadığın için mutlu olan bir kadın varsa o annendir. Zaten bunu becerebilen ikinci bir kadın bulabilirsen yaşamaya dair öğrendiğin her şeyi unutup, yalnızca o kadın için yaşaman gerekir.

2 Şubat 2013 Cumartesi

Zırva

Yok ya. Beceremediğim çok fazla şey var ve bazen bunu kabullendiğim halde söylemeyi reddediyorum. Bu çoğunlukla rahatlıkla yaptığım bir şey olsa bile cidden bazen hiç içimden gelmiyor. Herhangi bir sorun olduğundan değil, yalnızca canım istemiyor kimi zaman. Sanırım şımarıklıktan. Öyle bir imajım vardı mesela çocukken. Ben hep ağırbaşlı, efendi anılan çocuklardan oldum. Bu imajımı kaybetmemek benim için çok önemliydi. Çünkü gerçekte ne anasının gözü olduğunu belli eden çocukların halini görüyordum. Hiç takdir edilmedikten sonra neden sürekli haylazlık edip duracaktım ki? Her çocuk haylazdı zaten. Ama bunu göze parmak şeklinde apaçık sergilemenin içinde herhangi bir zeka kırıntısı göremiyordum ben. Hadi bunu geçtim, biraz da saftım. Bunun da artısı büyüktür.

Kuşağımın hemen hemen her çocuğunda olduğu gibi peluş bir köpeğim vardı. Ayaklarından biri her ne olduysa, yamuk duruyordu. Uyuz oldum, ama öyle böyle bir uyuzluk değil; beş yaşında bir çocuğun ifrit olma sınırındaydım yani. Anneannemlerdeydik. Bizimkilere belli etmeden arka odaya pustum. Çekmecenin birinden bir şiş buldum ve köpeğin yamuk bacağına sapladım. Bacağın delinmesiyle peluşun içindeki pamukların pörtlemesi bir oldu. O anda panikledim. Niye o kadar heyecanlandım veya peluşu delince başka ne olmasını bekliyordum gerçekten şu an kavrayamıyorum ve bilmiyorum. Ama gerçek manada ilk panik atağımı belki de o zaman yaşadığımı söyleyebilirim. Çünkü ben köpeğin bacağıyla cebelleşirken annemin odaya girmesiyle ağlamaya başladım. Annem de kahkaha atmaya başladı. Sonrasında köpeğin bacağına dikti, bu da anneme seneler sonra bile konuşulacak bir eğlence olarak kaldı.

Uğraştığım onca şey olmasına rağmen, bazen canımın hiçbir şey yapmak istemeyişinden nefret ediyorum. Çok fazla insana uyuz oluyorum ve çok fazla insanı çok seviyorum. Böyle bir huyum var. Benim için ortalama insan yoktur. Bir insan ya sevilir ya o insana sövülür. "Tanısan seversin bence" yaklaşımı, her seferinde boka saran ve sürekli köşede bir "ben demiştim" anı kollayan bir yaklaşımdır. Başından beri sevilmeyen bir adamdan herhangi bir şey kaybedilemez. Zaten onsuz süregelen bir hayatın var. Hayatına dahil olmadıkça herhangi bir katalizör rolü üstlenmiyor. Ama sevdiğin insanlar üzerindeki yanılgı payına herhangi bir merhem bulunabilmiş değil şu ana dek. Göt olmayı öğrenmeden hayata devam edilmiyor.

Nietzsche iki çeşit insandan söz eder. Bunlardan biri üst insandır. (übermensch) Bu insanı, gördüğü gerçekliği değiştirebilen ve insanlık üzerinde yücelen insan olarak tanımlar. Adolf Hitler gibi, Walt Disney gibi... Geriye kalansa çoğunluktan ibaret olan sürüdür. Yani toplumun harcanabilir kısmı, bizler. Bizler trenlerin önüne atlarız, kredi kartı borcumuz yüzünden kendimizi asar, zehirlenir veya cinnet geçiren kocamız tarafından esir alınıp, otobüste insanları taciz ederiz. Aramızdan üstün insan olmaya çok yaklaşmış ama başaramamış bireyler çıkar. Küçükken bu potansiyelimiz sınırsızdır. Hayatımız tam bir ihtimaller denizidir. Ama sürü olarak, her birimizin, bu potansiyelinin tükendiği ve hayatımızdaki "ne olacağım" sorularının gidip "ne oldum" sorularının geldiği bir an vardır. Bu ana ulaştığınızda göt olmayı öğrenmemişseniz hayatta kalamazsınız. En azından kendiniz olarak...

Ancak başka bir yol daha mevcut. Bütün bunları reddedip, Nietzsche'ye hareket çekip, yaşamaktan başka bir alternatifinizin olmadığını kabullenirsiniz ve hayatınızı kendiniz için güzel yaşamaya çalışıp, üstün insan saçmalığını hiçbir şekilde algı çerçevenize almazsınız. Şahsen yalnızca istediklerimi yapmak için uğraşırken, etrafımdaki olanak ve insanlarla mutluysam kaç yaşında veya nasıl öldüğüm zerre sikimde değil.

Öyleyse Nietzsche de, üstün insan da, sürü de yerin dibine batsın.

25 Ocak 2013 Cuma

Alemsin

Söylemek istediğim çok şey var, ama çoğunu unutuyorum veya kelimelere dökmeye çalışırken anlamları dağılıyor ve ilk kertede zihnimde canlanan önemlerini, ayriyeten aciliyetlerini yitiriyorlar. O yüzden artık rüya günlüğü tutmaya karar verdim. Çok yorgun olmama rağmen bugün de yalnızca beş saat uyuyup, gördüğüm rüyanın ortasında çat diye uyandıktan sonra tekrar uykuma dönemeyince bunun ciddi manada vaktinin geldiğini düşünüyorum.

Gün içinde sürekli müzik dinlediğim için, geceleri uykuya attığım göz açıp kapama kesiklerinde bazı şarkıları hatırlarım. Bazen aynı anda birçok şarkıyı hatırladığım da olur. Bu gece de öyle oldu ve sanırım bunda benim pek de iç açıcı bir ruh haliyle yatmadığım gerçeği başrolü kapmış durumda.

Rüyamda, şu anda belirsiz bir sebepten ötürü görüşmediğim iki çocukluk arkadaşımı bana sataşırlarken gördüm mesela. Onlarla kavga içindeyken, onlara vurmaya kıyamayıp sürekli bir şeyleri açıklığa kavuşturmaya çalışıyordum. O da şuydu; "benim size bir garezim yok, ben sizi seviyorum, ulan biz beraber büyüdük." Gerçekten bunun bana dert olduğunu görmek çok enteresandı, çünkü ben böyle bir şeyi problem ettiğimi dahi bilmiyordum. Hatırlamıyorum yani böyle bir şey.

Ama öyledir yani. Hayatında hiç çekip gitmek istememiş, bulunduğu yerde kalmak istemediği halde bütün sorunlarını görmezden gelmeyi bırakıp yüzleşmesi gerektiği gerçeğini görmezden gelerek sürüklenmemiş birileri varsa, onları var olan bütün samimiyetimle kutluyorum ve saygılar diliyorum. Hiçbir zaman güçlü biri olduğumu savunmadım ama bana bunu büyük bir içtenlikle direten çok arkadaşım, çok yakınım oldu. Bazen bana benden daha yakın hissettiğim, ben kendime, verdiğim kararlar ve karakterimle ilgili abuk subuk labirentler çizerken beni gerçekten tanıdığını hissettiğim insanlar da zamanında bunu bana anlatmaya çabaladılar. Ben bu tezi hep yanlışladım, çürüttüm. Ama artık hak veriyorum. Bence benim gibi büyük bir güruh var, buna da inanıyorum.

Cidden öyledir yani. Bizim hayatımızda göğüs gerdiğimiz kırgınlıklar çoktur. Her seferinde üstesinden gelmeyi bir şekilde başarmışızdır. Hele bazıları bıçak yarası gibi, zehirli ve kökü dışarıdadır.

"Hayır, umudum bu sefer de kırılmadı. Kalbimde hissettiğim şey bir kırık değil. Kırılsa duramam bir kere. Gerçekten. Evet, şu an yüzleştiğim sorun az önce bitti. Beni mahvetti, ama geçti. Artık öyle bir sorun yok. Şimdi sadece bu sorunla yüzleştiğim anda yaşadığım travmayı derinlere bir yerlere gömmeliyim ve biraz dinlenmeliyim. Hepsi geçecek, her şey rayına oturacak. Şimdi ağlama. Veya ağla, bu yalnızca rahatladığının bir göstergesi, yoksa çok üzüldüğünden ya da kırıldığından değil. Şimdi ağla ve bu, bu soruna dair yaptığın son şey olsun. Erkekler de ağlar, sikerler öyle işi. Hayatta ne kadar güçlü insanlar var. Biraz olsun onlar kadar güçlü olmaya çalış. Senin tek sorunun diğer insanlardan biraz daha kırılgan olman. Yoksa yaşadığın şeyler herkesin başına geliyor. O yüzden kimsenin kafasını dertlerinde şişirmeye gerek yok. Boğazındaki düğümü çöz, yumruğu yut. Miden sindirecektir nasıl olsa. Korkacak bir şey yok."

Bazen aynaya baktığımda hala nasıl delirmediğimi sorguluyorum. Belki de çoktan delirdim, sorun değil. Sonuçta deli sevilir, densiz sevilmez. Yakışıklı bir deli olurdum aslında. Havamdan da geçilmiyor. 

Selametle.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun

Şimdi ne desem bilemedim. Artık lafa can alıcı noktasından dalacak kadar keskin biri değilim. Öyle değil midir zaten? Çocukken her şeyi yapacak bir potansiyelimiz vardır.

Çocukluktan beri koruyabildiğim en önemli şey şarkılarla olan bağım sanırım. Önceleri şarkıları insanlarla bir tutardım, genel anlamda. Şarkılardan arkadaşlarım vardı mesela. Hala var tabii ki. Ama her şey "walkman"le başladı. Arada radyoyla da güzel anılarımız olurdu, ama küçük bir çocukken "walkman" ve "kulaklık"la ilk tanıştığınız anı bir düşünün! Elbette ki aynı hisleri, tam anlamıyla, bu eşek kadar halinizle tahayyül etmek çok zor olacaktır. Hatta olmayacaktır bile diyebilirim. Allahım! Nasıl bir şey bu ya! Gözlerini kapatıyorsun ve şarkılar elinden tutuyor. Başka çıt yok! Karanlık! Yalnızca sen, müzik ve hayallerinde her kim varsa, ne varsa o...

O zamanlar "ben yağmurda doğdum" veya "yerine sevemem" diyen adamlar vardı. Belki benim kavradığım anlamlar onlarınkinden farklıydı ama olsundu. Şarkıların maksadı da bu değil mi esasen? Onlardan değişmesini beklemeden, şarkılarda hiçbir değişiklik yapmadan kendi anladığın gibi sevebilirsin şarkıları. Halbuki insanlar öyle sevilmiyor. Benim açımdan değil, genel olarak. Kimse kimseyi anladığı gibi sevmiyor yani. Ha ben nasıl severim, o apayrı bir konu. Derdim o değil.

Küçükken ne izlesem müzikleri aklımda kalırdı mesela. Elbette bunların yapımla çok büyük alakası var. Evet çift manada, hem benim yapımla, hem de izlediğim yapımla. Ama biraz pay bırakmak lazım; bu yapımların temasal müzikleri, şarkıları sizinle izlediğiniz şeyler arasında o kadar büyük köprüler kurdular ki ne onları ne de o an hissettiklerinizi unutamadınız. İşte öyle bir şey, aynen.

Benim için müzik efsane bir konumda bu hayatta. Müzik zevki yüzünden bir insanı sevmeyecek kadar ileri gitmiyorum tabii ki; ama tersi kuvvetli bir şekilde mevcut. Müzik zevki yüzünden sarıp sarmaladığım insanlar var.

Bence şarkılardan güzel manalar çıkaran insanlar kötü olamazlar. Cidden böyle saf (salak manasında da algılayabilirsiniz, izin veriyorum) bir düşüncem var. Cidden buna inandığımdan söylüyorum yani, lafta değil. Oradan bir kadın çıkıp, "be my runaway love" diyor, öbürü "lies set me free" diye bağırıyor. Elliott Smith her zamanki umarsızlığının altındaki darbe yemişliğiyle "...drive them away, the images stuck in your head, the people you've been before that you don't want around anymore" dediğinde, "bu adam beni anlatıyor" diyebiliyorsun ve o adamın intihar ettiğini hatırlayınca üzülüp, buruluyorsun, sonunda da kendini biraz olsun "out of time" hissediyorsun.

Ve bir insandan asla alamayacağınız belki de yegane şey, müziktir. Müzik kafamızda, kurduğumuz dünyalarla birlikte kafamızın ta gerilerinde, bilinçaltımızın mezarlığında saklıdır. Her zaman duymamıza gerek yoktur. Duymasak da işitebildiğimiz bir olgudur, ki bu beni pek çok yerde, çoğu şeyden fazla ayakta tuttu.

Çünkü bir şarkıda "Cause baby, I'll be what I wanna be. Crazy as it maybe, I'll die when I wanna..." denmişti bile.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Şükran

Halimiz hal, yolumuz yol değil. Şu zamanda tek sevincim, hala şaşırabilme yeteneğine sahip olmak. Ama o da ara sıra büründüğüm düşük zeka haliyle ilişkilendirilebilir. Bu açıdan iki ucu boklu değnek tabii. Yine de işi iyiye yorarak, benim saf oluşuma dayandırabiliriz. En azından siz öyle yapın. Cidden...

Matah bir insan değilim, merhametsiz bir yanım var. Bununla birlikte, sıklıkla rüyalara karşı saplantılı olduğumu dile getiren biri olarak içimdeki vicdan muhasebesinin bu durumla hiç alakadar olmadığını bilmenizi, daha da önemlisi anlamanızı temenni ediyorum. Kafam fesatlığa çalışmıyor. Olmuyor yani, olmuyor. Gerçekten bunu denediğim zamanlar oldu, ama kötü olabilecek kadar zeki olmadığımı anlayınca hıyanetliğe de lüzum olmadığını kavradım doğal olarak. Çok şükür, beyinsiz değilim.

Bu yüzden bugün bile sorunlu bir küçük çocuk gibi, en ufak hatta hiç dert edilmeyecek şeyler hakkında az da olsa zaman zaman endişe duyuyorum. Beni sıkıntıya sokan, zarar gördüğümü düşündüğüm veya en basitinden canımın sıkıldığı durumlarda yüzleşmekten çok kaçma eğilimi gösteririm. Gergin olduğum hiçbir anda, hiçbir şekilde kriz yönetimi yok bende. Bana sorarsanız kriz yönetimi bende hiçbir şekilde yok, ama rahatlıkla halledebildiğim, çözüm getirebildiğim  birkaç içinden çıkılmaz durum hatırlar gibiyim. Bu yüzden meselelere soğukkanlılıkla yaklaşıp, olayları tarafları güzelce idare ederek çözebilen, sağduyulu insanlara hastayım. Benimki de laf gerçi, onlara alem hasta. Fakat şöyle bir şey de var; bu saydığım haltların hiçbirini beceremediği halde aksini iddia edip her olaya atlayan ve ortamı daha çok geren insanlardan daha çok tanıdım bugüne kadar. Buna da çok şükür ki şu anda yakın çevremde öyle biri yok. Bense genelde yalnızca gerilen ve inatla derdini anlatmaya çalışan taraf oluyorum bu tarz olaylı hadiselerde. Bu da ayrı bir eğlence. Çünkü işin altından kalmayacağım deyip, karşı tarafa bok atıp, tüm meseleyi kavga dövüşe de getiremiyorum. Bende enayilik derecesinde "insanları kırmak istemiyorum" boku var. Cidden size sayıp sövüyorsam, siz benim canımsınızdır. Sizi kırma çekincesi yaşamıyorumdur. Ama sizin akla mantığa aykırı bir çıkışınızda susuyorsam, korkacak bir şey yoktur. Biz zaten sizinle hiç samimiyet kurmamışızdır. Beni tanıyan insanlar genelde beni bu özelliğim yüzünden severler, samimi olduğumu düşündükleri için. Aslında bana göre, bu bir özür. Tanımadığım insanları çok çabuk affedip, hatalarını görmezden gelebiliyorum. Samimi olmadığım insanlara karşı sınırsız bir sabır anlayışım var, herkese hoşgörü gösterebiliyorum. Fakat madalyonun öbür yüzü böyle söylemiyor. Yakınımdaki herkese patlayıp, sövüp, sayabiliyorum. Dobra bir şekilde her şeyi söyleyip, alaya alabiliyorum. Ondan sonra da içten pazarlıklı olmadığım için sevinmek düşüyor payıma. Ve yazımın üçüncü şükürü geliyor; iyi ki arkadaşlarım anlayışlı insanlar. Hoş öyle olmasalar arkadaşım olmazlardı herhalde.

Bütün bunları buraya döktükten sonra şov maksadı taşıdığımı düşünürseniz acayip derecede darılabilirim. O yüzden yapmamanızı tavsiye ederim. Nitekim "ben yazayım da, kimse okumasa da olur." mantığına sahip insanlarla da tanışıklığım var. Böyle bir şey söz konusu olursa iplemem yani, siz bilirsiniz. Bana ne.

Sağlıcakla kalın.

10 Ocak 2013 Perşembe

Benim Adım Koç, Yükselenim Balık

Bundan daha genç zamanlarımda, az önce olduğu gibi şu yazıya nasıl başlayacağımı dakikalar boyunca düşünmezdim. Halbuki şimdi eskisinden çok daha fazla kitap okuyup, çok daha fazla film izleyip, insanları çok daha fazla dinliyorum. Ama sorunun nerede olduğunu çözer gibiyim. Yani, en azından bu işe kafa yordum ve artık bir hipotezim var.

Son günlerde, yalnızlığa biraz daha yakın duruyorum. Eskiden olduğu gibi, milyon kişiyle milyon ilişkim yok. Daha az insanla muhatap oluyorum diyebilirim tam anlamıyla anlatmak gerekirse. İşin özü; yanındayken kendimi güvende hissettiğim insanların dışında pek kimseyle görüşmüyorum ve hatta kafama takmıyorum. Radarıma girip, geçiyorlar. Kimse eskisi gibi kalıcı değil. Sıkıntı da buradan doğuyor olsa gerek, eksisinden daha fazla hikaye veya teori veya ne bileyim düşünce balonu biriktirdiğim halde bunları çok az anlattığımı hatta hiç anlatmadığımı fark ettim.

Malum, beynimin bu tarz şeylerin turşunu kurma gibi bir yetisi yok ne yazık ki... Ne yazık ki diyorum çünkü olmasını çok isterdim. Artık güzel şeyleri unutmaya başladım. Fazlasıyla unutmaya başladım. Önceden kafamın karnaval yeri gibi olduğunu hatırlıyorum. Öyleyken mutlu değildim. Şu an az da olsa mutluyum. Fakat yaşamak için mutlu olmaya ihtiyaç duymadığımı biliyorum. Ve bu farkına varma işlemi, çok acıdır ki, rüyalarım vasıtasıyla gerçekleşiyor. İşte bu kötü. Nasıl desem? Kötü. Eziyet veya işkence sözcüklerini kullanmak istemiyorum. Mübalağayı seven bir insan olmama rağmen bunlar bana ağır anlamlar gibi geliyorlar şu an. Sadece kötü demek şimdiki zaman için yeterli.

Rüyalara, fikirlerime olduğumdan daha bağlıyım. Onlar için sakladığım ayrı bir sadakat var içimde. Enteresan bir biçimde hassasım bu konuda. "Sulugöz" kokusuna bayıldığım yıllara dönelim mesela. Şimdikinden aşağı kalmayacak bir biçimde inatçı ve kararlı bir çocuktum. Çok iyi kavga ettiğimi ve bunun matah bir hüner olmadığını şuraya yazarak belirtmek istiyorum. Ancak hiçbir zaman kavgaya meyilli olmadım. Her zaman öyle gözükmüş olabilirim. Bir dönem çok fazla kavga ettiğimi de söylemeliyim, fakat pasif-agresif benim asıl adımdır. Hırçın bir kişiliğim olduğunu kavramışsınızdır yani. Ama çocukluğumun o yıllarından hatırladığım en keskin hatıra, apartman kapımızın önüne üç tekerlekli bisikletimle yanaştığım anda gördüğüm çocuktu. Hayatımın yalnızca dört veya beş saniyesini kapsayan bu görüntü, sadece ağlamak üzere olan buruk bir çocuğu içeriyor. Sonrasında yanından hızlıca geçip, beşinci kattaki evimize koşar adım çıktığımı ve kendimi annemin kucağına atıp hıçkıra hıçkıra ağladığımı ve anneme sürekli, çocuğun çok acıklı durduğunu, bundan çok etkilendiğimi yinelediğimi hatırlıyorum. Bunu bugün anneme hatırlattığımda hala benimle dalga geçer. Bu da ayrı bir hikaye, elbette.

O zamandan beri, o ünlü "ağlayan çocuk" tablosu tarzı bir şey görsem veya karşıma sakat, hasta bir hayvan çıksa boğazım düğümlenir. Böyle zamanlarda da kendimi melankoliye koşarım. İçimde şahlanan gök gürültüsünü kafama itip, hayal kurarım. Ve yarım kalan fikirler, belki bir film, belki de bir şarkı olur. Ama; içimde, gizli saklı. İşte gelin görün ki bu sıra bunlardan o kadar çok var ki, doyamıyorum. Anlatamıyorum. Unutup, karıştırıyorum. Bu yüzden sıklıkla deja-vu yaşıyorum.

Dedim ki bari bu derdimi sayfalara dökeyim.