25 Ocak 2013 Cuma

Alemsin

Söylemek istediğim çok şey var, ama çoğunu unutuyorum veya kelimelere dökmeye çalışırken anlamları dağılıyor ve ilk kertede zihnimde canlanan önemlerini, ayriyeten aciliyetlerini yitiriyorlar. O yüzden artık rüya günlüğü tutmaya karar verdim. Çok yorgun olmama rağmen bugün de yalnızca beş saat uyuyup, gördüğüm rüyanın ortasında çat diye uyandıktan sonra tekrar uykuma dönemeyince bunun ciddi manada vaktinin geldiğini düşünüyorum.

Gün içinde sürekli müzik dinlediğim için, geceleri uykuya attığım göz açıp kapama kesiklerinde bazı şarkıları hatırlarım. Bazen aynı anda birçok şarkıyı hatırladığım da olur. Bu gece de öyle oldu ve sanırım bunda benim pek de iç açıcı bir ruh haliyle yatmadığım gerçeği başrolü kapmış durumda.

Rüyamda, şu anda belirsiz bir sebepten ötürü görüşmediğim iki çocukluk arkadaşımı bana sataşırlarken gördüm mesela. Onlarla kavga içindeyken, onlara vurmaya kıyamayıp sürekli bir şeyleri açıklığa kavuşturmaya çalışıyordum. O da şuydu; "benim size bir garezim yok, ben sizi seviyorum, ulan biz beraber büyüdük." Gerçekten bunun bana dert olduğunu görmek çok enteresandı, çünkü ben böyle bir şeyi problem ettiğimi dahi bilmiyordum. Hatırlamıyorum yani böyle bir şey.

Ama öyledir yani. Hayatında hiç çekip gitmek istememiş, bulunduğu yerde kalmak istemediği halde bütün sorunlarını görmezden gelmeyi bırakıp yüzleşmesi gerektiği gerçeğini görmezden gelerek sürüklenmemiş birileri varsa, onları var olan bütün samimiyetimle kutluyorum ve saygılar diliyorum. Hiçbir zaman güçlü biri olduğumu savunmadım ama bana bunu büyük bir içtenlikle direten çok arkadaşım, çok yakınım oldu. Bazen bana benden daha yakın hissettiğim, ben kendime, verdiğim kararlar ve karakterimle ilgili abuk subuk labirentler çizerken beni gerçekten tanıdığını hissettiğim insanlar da zamanında bunu bana anlatmaya çabaladılar. Ben bu tezi hep yanlışladım, çürüttüm. Ama artık hak veriyorum. Bence benim gibi büyük bir güruh var, buna da inanıyorum.

Cidden öyledir yani. Bizim hayatımızda göğüs gerdiğimiz kırgınlıklar çoktur. Her seferinde üstesinden gelmeyi bir şekilde başarmışızdır. Hele bazıları bıçak yarası gibi, zehirli ve kökü dışarıdadır.

"Hayır, umudum bu sefer de kırılmadı. Kalbimde hissettiğim şey bir kırık değil. Kırılsa duramam bir kere. Gerçekten. Evet, şu an yüzleştiğim sorun az önce bitti. Beni mahvetti, ama geçti. Artık öyle bir sorun yok. Şimdi sadece bu sorunla yüzleştiğim anda yaşadığım travmayı derinlere bir yerlere gömmeliyim ve biraz dinlenmeliyim. Hepsi geçecek, her şey rayına oturacak. Şimdi ağlama. Veya ağla, bu yalnızca rahatladığının bir göstergesi, yoksa çok üzüldüğünden ya da kırıldığından değil. Şimdi ağla ve bu, bu soruna dair yaptığın son şey olsun. Erkekler de ağlar, sikerler öyle işi. Hayatta ne kadar güçlü insanlar var. Biraz olsun onlar kadar güçlü olmaya çalış. Senin tek sorunun diğer insanlardan biraz daha kırılgan olman. Yoksa yaşadığın şeyler herkesin başına geliyor. O yüzden kimsenin kafasını dertlerinde şişirmeye gerek yok. Boğazındaki düğümü çöz, yumruğu yut. Miden sindirecektir nasıl olsa. Korkacak bir şey yok."

Bazen aynaya baktığımda hala nasıl delirmediğimi sorguluyorum. Belki de çoktan delirdim, sorun değil. Sonuçta deli sevilir, densiz sevilmez. Yakışıklı bir deli olurdum aslında. Havamdan da geçilmiyor. 

Selametle.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun

Şimdi ne desem bilemedim. Artık lafa can alıcı noktasından dalacak kadar keskin biri değilim. Öyle değil midir zaten? Çocukken her şeyi yapacak bir potansiyelimiz vardır.

Çocukluktan beri koruyabildiğim en önemli şey şarkılarla olan bağım sanırım. Önceleri şarkıları insanlarla bir tutardım, genel anlamda. Şarkılardan arkadaşlarım vardı mesela. Hala var tabii ki. Ama her şey "walkman"le başladı. Arada radyoyla da güzel anılarımız olurdu, ama küçük bir çocukken "walkman" ve "kulaklık"la ilk tanıştığınız anı bir düşünün! Elbette ki aynı hisleri, tam anlamıyla, bu eşek kadar halinizle tahayyül etmek çok zor olacaktır. Hatta olmayacaktır bile diyebilirim. Allahım! Nasıl bir şey bu ya! Gözlerini kapatıyorsun ve şarkılar elinden tutuyor. Başka çıt yok! Karanlık! Yalnızca sen, müzik ve hayallerinde her kim varsa, ne varsa o...

O zamanlar "ben yağmurda doğdum" veya "yerine sevemem" diyen adamlar vardı. Belki benim kavradığım anlamlar onlarınkinden farklıydı ama olsundu. Şarkıların maksadı da bu değil mi esasen? Onlardan değişmesini beklemeden, şarkılarda hiçbir değişiklik yapmadan kendi anladığın gibi sevebilirsin şarkıları. Halbuki insanlar öyle sevilmiyor. Benim açımdan değil, genel olarak. Kimse kimseyi anladığı gibi sevmiyor yani. Ha ben nasıl severim, o apayrı bir konu. Derdim o değil.

Küçükken ne izlesem müzikleri aklımda kalırdı mesela. Elbette bunların yapımla çok büyük alakası var. Evet çift manada, hem benim yapımla, hem de izlediğim yapımla. Ama biraz pay bırakmak lazım; bu yapımların temasal müzikleri, şarkıları sizinle izlediğiniz şeyler arasında o kadar büyük köprüler kurdular ki ne onları ne de o an hissettiklerinizi unutamadınız. İşte öyle bir şey, aynen.

Benim için müzik efsane bir konumda bu hayatta. Müzik zevki yüzünden bir insanı sevmeyecek kadar ileri gitmiyorum tabii ki; ama tersi kuvvetli bir şekilde mevcut. Müzik zevki yüzünden sarıp sarmaladığım insanlar var.

Bence şarkılardan güzel manalar çıkaran insanlar kötü olamazlar. Cidden böyle saf (salak manasında da algılayabilirsiniz, izin veriyorum) bir düşüncem var. Cidden buna inandığımdan söylüyorum yani, lafta değil. Oradan bir kadın çıkıp, "be my runaway love" diyor, öbürü "lies set me free" diye bağırıyor. Elliott Smith her zamanki umarsızlığının altındaki darbe yemişliğiyle "...drive them away, the images stuck in your head, the people you've been before that you don't want around anymore" dediğinde, "bu adam beni anlatıyor" diyebiliyorsun ve o adamın intihar ettiğini hatırlayınca üzülüp, buruluyorsun, sonunda da kendini biraz olsun "out of time" hissediyorsun.

Ve bir insandan asla alamayacağınız belki de yegane şey, müziktir. Müzik kafamızda, kurduğumuz dünyalarla birlikte kafamızın ta gerilerinde, bilinçaltımızın mezarlığında saklıdır. Her zaman duymamıza gerek yoktur. Duymasak da işitebildiğimiz bir olgudur, ki bu beni pek çok yerde, çoğu şeyden fazla ayakta tuttu.

Çünkü bir şarkıda "Cause baby, I'll be what I wanna be. Crazy as it maybe, I'll die when I wanna..." denmişti bile.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Şükran

Halimiz hal, yolumuz yol değil. Şu zamanda tek sevincim, hala şaşırabilme yeteneğine sahip olmak. Ama o da ara sıra büründüğüm düşük zeka haliyle ilişkilendirilebilir. Bu açıdan iki ucu boklu değnek tabii. Yine de işi iyiye yorarak, benim saf oluşuma dayandırabiliriz. En azından siz öyle yapın. Cidden...

Matah bir insan değilim, merhametsiz bir yanım var. Bununla birlikte, sıklıkla rüyalara karşı saplantılı olduğumu dile getiren biri olarak içimdeki vicdan muhasebesinin bu durumla hiç alakadar olmadığını bilmenizi, daha da önemlisi anlamanızı temenni ediyorum. Kafam fesatlığa çalışmıyor. Olmuyor yani, olmuyor. Gerçekten bunu denediğim zamanlar oldu, ama kötü olabilecek kadar zeki olmadığımı anlayınca hıyanetliğe de lüzum olmadığını kavradım doğal olarak. Çok şükür, beyinsiz değilim.

Bu yüzden bugün bile sorunlu bir küçük çocuk gibi, en ufak hatta hiç dert edilmeyecek şeyler hakkında az da olsa zaman zaman endişe duyuyorum. Beni sıkıntıya sokan, zarar gördüğümü düşündüğüm veya en basitinden canımın sıkıldığı durumlarda yüzleşmekten çok kaçma eğilimi gösteririm. Gergin olduğum hiçbir anda, hiçbir şekilde kriz yönetimi yok bende. Bana sorarsanız kriz yönetimi bende hiçbir şekilde yok, ama rahatlıkla halledebildiğim, çözüm getirebildiğim  birkaç içinden çıkılmaz durum hatırlar gibiyim. Bu yüzden meselelere soğukkanlılıkla yaklaşıp, olayları tarafları güzelce idare ederek çözebilen, sağduyulu insanlara hastayım. Benimki de laf gerçi, onlara alem hasta. Fakat şöyle bir şey de var; bu saydığım haltların hiçbirini beceremediği halde aksini iddia edip her olaya atlayan ve ortamı daha çok geren insanlardan daha çok tanıdım bugüne kadar. Buna da çok şükür ki şu anda yakın çevremde öyle biri yok. Bense genelde yalnızca gerilen ve inatla derdini anlatmaya çalışan taraf oluyorum bu tarz olaylı hadiselerde. Bu da ayrı bir eğlence. Çünkü işin altından kalmayacağım deyip, karşı tarafa bok atıp, tüm meseleyi kavga dövüşe de getiremiyorum. Bende enayilik derecesinde "insanları kırmak istemiyorum" boku var. Cidden size sayıp sövüyorsam, siz benim canımsınızdır. Sizi kırma çekincesi yaşamıyorumdur. Ama sizin akla mantığa aykırı bir çıkışınızda susuyorsam, korkacak bir şey yoktur. Biz zaten sizinle hiç samimiyet kurmamışızdır. Beni tanıyan insanlar genelde beni bu özelliğim yüzünden severler, samimi olduğumu düşündükleri için. Aslında bana göre, bu bir özür. Tanımadığım insanları çok çabuk affedip, hatalarını görmezden gelebiliyorum. Samimi olmadığım insanlara karşı sınırsız bir sabır anlayışım var, herkese hoşgörü gösterebiliyorum. Fakat madalyonun öbür yüzü böyle söylemiyor. Yakınımdaki herkese patlayıp, sövüp, sayabiliyorum. Dobra bir şekilde her şeyi söyleyip, alaya alabiliyorum. Ondan sonra da içten pazarlıklı olmadığım için sevinmek düşüyor payıma. Ve yazımın üçüncü şükürü geliyor; iyi ki arkadaşlarım anlayışlı insanlar. Hoş öyle olmasalar arkadaşım olmazlardı herhalde.

Bütün bunları buraya döktükten sonra şov maksadı taşıdığımı düşünürseniz acayip derecede darılabilirim. O yüzden yapmamanızı tavsiye ederim. Nitekim "ben yazayım da, kimse okumasa da olur." mantığına sahip insanlarla da tanışıklığım var. Böyle bir şey söz konusu olursa iplemem yani, siz bilirsiniz. Bana ne.

Sağlıcakla kalın.

10 Ocak 2013 Perşembe

Benim Adım Koç, Yükselenim Balık

Bundan daha genç zamanlarımda, az önce olduğu gibi şu yazıya nasıl başlayacağımı dakikalar boyunca düşünmezdim. Halbuki şimdi eskisinden çok daha fazla kitap okuyup, çok daha fazla film izleyip, insanları çok daha fazla dinliyorum. Ama sorunun nerede olduğunu çözer gibiyim. Yani, en azından bu işe kafa yordum ve artık bir hipotezim var.

Son günlerde, yalnızlığa biraz daha yakın duruyorum. Eskiden olduğu gibi, milyon kişiyle milyon ilişkim yok. Daha az insanla muhatap oluyorum diyebilirim tam anlamıyla anlatmak gerekirse. İşin özü; yanındayken kendimi güvende hissettiğim insanların dışında pek kimseyle görüşmüyorum ve hatta kafama takmıyorum. Radarıma girip, geçiyorlar. Kimse eskisi gibi kalıcı değil. Sıkıntı da buradan doğuyor olsa gerek, eksisinden daha fazla hikaye veya teori veya ne bileyim düşünce balonu biriktirdiğim halde bunları çok az anlattığımı hatta hiç anlatmadığımı fark ettim.

Malum, beynimin bu tarz şeylerin turşunu kurma gibi bir yetisi yok ne yazık ki... Ne yazık ki diyorum çünkü olmasını çok isterdim. Artık güzel şeyleri unutmaya başladım. Fazlasıyla unutmaya başladım. Önceden kafamın karnaval yeri gibi olduğunu hatırlıyorum. Öyleyken mutlu değildim. Şu an az da olsa mutluyum. Fakat yaşamak için mutlu olmaya ihtiyaç duymadığımı biliyorum. Ve bu farkına varma işlemi, çok acıdır ki, rüyalarım vasıtasıyla gerçekleşiyor. İşte bu kötü. Nasıl desem? Kötü. Eziyet veya işkence sözcüklerini kullanmak istemiyorum. Mübalağayı seven bir insan olmama rağmen bunlar bana ağır anlamlar gibi geliyorlar şu an. Sadece kötü demek şimdiki zaman için yeterli.

Rüyalara, fikirlerime olduğumdan daha bağlıyım. Onlar için sakladığım ayrı bir sadakat var içimde. Enteresan bir biçimde hassasım bu konuda. "Sulugöz" kokusuna bayıldığım yıllara dönelim mesela. Şimdikinden aşağı kalmayacak bir biçimde inatçı ve kararlı bir çocuktum. Çok iyi kavga ettiğimi ve bunun matah bir hüner olmadığını şuraya yazarak belirtmek istiyorum. Ancak hiçbir zaman kavgaya meyilli olmadım. Her zaman öyle gözükmüş olabilirim. Bir dönem çok fazla kavga ettiğimi de söylemeliyim, fakat pasif-agresif benim asıl adımdır. Hırçın bir kişiliğim olduğunu kavramışsınızdır yani. Ama çocukluğumun o yıllarından hatırladığım en keskin hatıra, apartman kapımızın önüne üç tekerlekli bisikletimle yanaştığım anda gördüğüm çocuktu. Hayatımın yalnızca dört veya beş saniyesini kapsayan bu görüntü, sadece ağlamak üzere olan buruk bir çocuğu içeriyor. Sonrasında yanından hızlıca geçip, beşinci kattaki evimize koşar adım çıktığımı ve kendimi annemin kucağına atıp hıçkıra hıçkıra ağladığımı ve anneme sürekli, çocuğun çok acıklı durduğunu, bundan çok etkilendiğimi yinelediğimi hatırlıyorum. Bunu bugün anneme hatırlattığımda hala benimle dalga geçer. Bu da ayrı bir hikaye, elbette.

O zamandan beri, o ünlü "ağlayan çocuk" tablosu tarzı bir şey görsem veya karşıma sakat, hasta bir hayvan çıksa boğazım düğümlenir. Böyle zamanlarda da kendimi melankoliye koşarım. İçimde şahlanan gök gürültüsünü kafama itip, hayal kurarım. Ve yarım kalan fikirler, belki bir film, belki de bir şarkı olur. Ama; içimde, gizli saklı. İşte gelin görün ki bu sıra bunlardan o kadar çok var ki, doyamıyorum. Anlatamıyorum. Unutup, karıştırıyorum. Bu yüzden sıklıkla deja-vu yaşıyorum.

Dedim ki bari bu derdimi sayfalara dökeyim.