12 Ekim 2013 Cumartesi

Sızıntı

Kalp krizine yakın yaşayan ama elinde olmadan en uç olaylara karşı bile soğukkanlı davranabilen bir insandım. Nedeni basit sayılabilirdi esasen. Teoride ölümü yaşama yeğlediğim anlar yaşamışken, pratikte hala nefes alıyor olmak kafamdaki dünyayı hafızamın alabildiğine değiştirmişti. Bir dönemin efsane ortaokullusu olarak iç cephelerimde yeterince etiket kompleksi tüketmiştim zaten. Öyle bir derdim yoktu haliyle. Ama kendime yaptığım çirkin makyajı ağladıkça ağzımdan içime akıyor, boğazımdaki sigaraya dokunmadan karaciğerimdeki katranın içine katılıyordu. Ne olduğumla ilgilenmiyordum; ama ne olmak istediğimi biliyordum. Oysa bu paragraf kadar bile yapmacık olamadığımın farkına varamıyordum.

Bu gecenin tatlı vakitlerinde söylediğim gibi gerizekalı değildim aslında. Sadece kontrolü kaybettiğim ve farkına varamadığım anlar yaşıyordum. Zekiydim, ara sıra zekasızdım; tabiri caizse. Hiçbir zaman gururunu çükü kadar seven ve hormonal usullerle kompleks vakitlerinde büyüten bir adam olmadım. Bunu söylerken gurur duymayışım da bu bokun doğru olduğuna en büyük kanıtımdır.

Kötü veya başka bir deyişle yanlış kararlar vermeye meyilli bir adamım. Ama hep kendi istediğimi seçtiğim için her tercihim aklı selim bir şekilde alınmıştır. Güvenle tüketebilirsiniz. Çünkü ben hep öyle yaptım.

O gün neydi, hangi gündü? Hangi hafta olduğunu hatırlıyorum, iki hafta geçmişti. Ama hangi gündü? Gerçekten aklımı o kadar mı aldı? Onu ilk görüşümü hatırlıyorum. Yanımdan sol bacağımı yalayarak geçen taksiyi, görüşümü gölgeleyen teyzeleri, onun yüzünü kapattığı için sinirlendiğim simitçiyi çok net hatırlıyorum. Onu fark ettikten sonra geçen on dokuz saniyeyi ve vücudunu bütünüyle seçebildiğim ilk andan itibaren bana gelirken attığı dokuz adımı ezbere biliyorum. Acaba nasıl görünüyordum? Günlük hayatta kaç kere nasıl göründüğümü merak ederdim ki ben? Normal bir vakitte mesela, gün içinde yürürken veya su içerken merak eder miydim nasıl göründüğümü? O an merak ederken sigaram elimi yakıyordu ve benim önceliğim nasıl göründüğümü kafamda canlandırmaktı. Tabii ki zaman yavaşladı ve görüş alanım tam olarak dörde bölündü. Bir köşede o yürüyordu, onun yanında sigaramın yaktığı elim vardı. Bir altta beni zehirleyen ilaçlar ve midemi yıkayan hemşire, en ötedeyse Blur çalıyordu ve ben bitemeyen bir çölde koşuyordum, belli ki bir kum tanesiydim. Arkamda mahallenin bakkalı, manavı, köşebaşı delikanlıları ve krem rengi Anadol'unda domates satan ayrık dişli, megafonlu dayı koşuyordu. Önümde o bana doğru yürüyordu. Bana doğru yürüdüğü halde, ona doğru koşuyordum; ama yakalayamıyordum. Bunu yaparken Blur dinliyordum, midem yıkanıyordu ve sigaram elimi yakıyordu. Her şey ölümcül seviyede saçmaydı. Terledim. Sırtımdan ince bir elektrik ve bir kedi kuyruğu geçti. Paçamdan yapraklar düşmeye başladı ve vakit geçtikçe her şey yavaşladı. Simitçiye sinirlendim çünkü görüş alanımda saçlarıyla aynı düzlemde yer alıyordu ve ben simitçinin kafasındaki A noktasından onun gözlerindeki B noktasına bir türlü ulaşamıyordum. Yüzündeki düzlemde dikkatim dağılıyordu ve gözlerimiz buluşamıyorlardı. Lanet andım içimden, ama ağzımın kenarı güldü. İstemsizce... Sol kulağımdan beynimin ortasına bir dik indim ve Blur'dan gelen kanun sesini oraya doğru sarkıttım. Bunu yaparken sigaram sendeledi ve kendine geldi. İyiden iyiye canımı sıkmaya başlayan izmariti içtim bir yudumda ve adımlarını saymaya başladım. Kirpiklerimde ince bir kaşıntı belirince panikledim. Gözlerimi kırpmayı hatırladığımda daha da panikledim. Yüzünü görüyordum, fakat algıdan eser yoktu. Ağzı... Kaşları... Saçları... Bir adımını kaçırmayı bile hayal edemezdim. Dayanmalıydım, ne olursa olsun zamanı olabildiğince yavaş tüketmeliydim.

İlk adımını attığında her yer şeftali koktu. Ayağının değdiği taşa sarılmak istedim ama kılımı kıpırdatamıyordum. Omuriliğimden Anıtkabir dolmuşları kalktı. Köşe başında bir kadın düşmeye başladı. O kadın orada geberse zerre umurumda olmazdı. Acaba rüzgara karışsam saçlarına daha çabuk gider miydim? Küçülüyordum, kalbim ufalıyordu. Beynim üç yaşındaydı, annem beynime kırmızı bir külotlu çorap giydirmişti. Beynimi ıslatınca baldırıma bir şamar indi.

Sağ ayağı ikinci adımına kavuşurken on iki yaşındaydım. Ağaçtan düşüp nefessiz kaldım. Arkadaşlarım etrafıma toplandığında tepemdeki yıldızların arasından geçiyordu. O gün anlam veremediğim gökyüzünün rengine saçlarında rastlayınca gözlerimin arkası yeşerdi. Bu kadın benim on iki yaşımı nereden bulmuş olabilirdi ki? Halbuki çocukluğumu iyi yerde saklardım ben. Etraf naftalin kokuyordu.

Üçüncü adımıyla birlikte sol kulağının üzerinden bana doğru geliyordu işte. Geçmesin dedim. Geçmesindi işte, çocukluğumla el ele durduğu yerde bana poz verecek olsaydı, koskoca Güvenpark'ı tuvalim yapardım. O saniye boyunca iki kadeh içmiş, dört gırnatacıdan fırça yemiş, Sakarya'nın altını üstüne katmıştım. Bütün bunları hiç hareket etmeden yapabildiğime inanamıyordum. Nabzımsa bu kadını alkışlıyordu adeta.

Ben ağzımın kenarıyla hem gülüp hem ağlarken dördüncü adım geldi. O adımla iki kişinin arasından sıyrılırken ben yükselmeye başladım. Bacaklarım iyiden iyiye sütun kesmiş, yerle bütünleşiyordu. Kök saldım ve yükselmeye devam ettim. Gözlerimin hiçbir yere gitmeye niyeti yoktu. Uzayda kapladıkları yere saplandılar. Dünyanın dönüşünü görebiliyordum. Tam olarak gördüğüm buydu, dünya dönüyordu, o bana doğru yürüyordu ve ben çarpılmıştım. Zamanın dışındaydım.

Beşinci adımını midemin tam ortasına attı. Kendimi pelüş bir oyuncak gibi hissediyordum. O adım attıkça ben yoruluyordum. Dudaklarında benzinim bitiyordu, çenesini tamamlayamıyordum. Saçının iki teli savrulduğunda burnum kırıldı, bisikletimi çaldılar, mahallenin çocukları üç tekerlekli bisikletimi ters çevirdiler, ilk süt dişimi çektim ve babam öldü. Korkmuştum.

Altıncı adımını kaldırabilecek miydim? Attı. Artık onu ilk gördüğüm anın tam tersine gözlerimi kırpmak ve eskisi kadar umursamaz uyanana kadar bir daha açmamak istememe rağmen tek bir hücrem bile bana cevap vermiyordu. O salise evde yoktum ben. En iyi arkadaşımla küsmüştüm. Blur bitmiyordu. Onu gördükçe gömlek değiştiriyordum. Kırıklarım kapandı. Sigaramın öldüğü yerden Zümrüdü Anka doğdu. Bana o kadar yakındı ki...

Yedinci adımını ne kadar kıskandığımı idrak edemiyordum bile. Her zaman günden güne olgunlaştığını düşünen ben kanun sesleri arasında sarhoş oluyor ve bir kadının yedinci adımını yalnızca onun olduğu için ve altıncının önüne geçtiği için kıskanıyordum. Kirpiklerim kaşıntıdan donmuş olmalıydı, ben istediğim halde birleşmiyorlardı. Onu gördüğümden beri ilk kez nefes aldım ve gözlerine havalandım.

Sekizinci adımıyla sesini duydum. Tüylerim diken diken oldu. Hareket edebilme yetimi tekrar kazandığım sırada alnımda bir şimşek çaktı, her şeyin kafama dank ettiği o an tokadı yedim.

Dokuzuncu adımıyla dirildim.

Bu; hayatın beni ölümü seçmek istediğim için pişman ediş şekliydi. Mutlusuzluğumda bile sallamadığım hayat benimle en büyük taşağını geçmişti. Pişman olmuştum ve onu tanımıştım. O kadar güzeldi ki...


Ve kafamda Blur çalmıştı...