8 Temmuz 2016 Cuma

09072014

Kafamın içi kar küresi gibi. Strafor ve benzinden her biri kendine özgü kar taneleri yaratmak, şu hayatın ne denli bir illüzyon olduğunu açıklamaya yetmiyor mu?
Sanki bir iç çekiş gibi gelip boğazıma çöreklenmişti. Yutması zor ama yine de lezzetli... Sanki bir aydınlanma gibi, olabildiğince sade ve ıstırap derecesinde güzel. İlham verici...
Günleri kısaltıp, geceyi diriltir gibi, kendine has bir alemde Nazım'dan feyiz alan toprağın çocukluğunda, doğanın avuçlarında göz açıp kapayıncaya kadar yükselen bir merak sanki o.
Yegane narinliği, kendi halinde sakinliği, Leydi Mikro Kozmos ta kendisi...

09072014.

(Özgür kalmak için unutmak zorunda değilsin.)


21 Haziran 2016 Salı

Hafif

Sanırım hastalandım. Zaman beni cehenneme bile yakıştıramamış olmalı ki işlediğim günahların karşılığında beni böylesi bir limboya atarak cezalandırıyor. Lanetlenmiş olmalıyım, başka bir açıklama bulamıyorum. Kendime izah edemiyorum, aklım almıyor. Neyse ki içinde bulunduğum limbo bir kum saatinden ibaret, sürekli aynı zaman algısının içerisinden dönüp duruyorum. Böyle bakınca o kadar da kötü durmuyor. Alt tarafı aynı anılardan oluşan bir döngüyü yaşayıp duruyorum.
(Kötüymüş.)

Uykum var. Yatıyorum. Aleni uzanıyorum, gece gece, utanmadan. Derken yazılacak bir şey, bestelenecek bir melodi kafamın üzerine konuyor. Havalar malumunuz, kafamdaki bir süre sonra sıcaktan olsa gerek rahatsız etmeye başlıyor. Aşırı rahatsız etmeye... Bir ağaçkakan gibi durmadan, usanmadan şakaklarıma aynı zikri işliyor. Dayanamıyorum, kalkıyorum. Sonra ne olsa hoşunuza gider? Kaçıyor! Mutfak ışığını işiten bir hamam böceği gibi kaçıyor çıktığı gediğe ve elimden hiçbir şey gelmiyor. Böylece beni uyandırdığı boşlukta bana ayrılan döngünün başına dönüyorum, günüm başlamış oluyor.

Önceleri aklıma giren kesikler parça parça başlardı. Gün içerisinde duyduğum bir tını ya da işittiğim belli belirsiz tatlı bir koku, onun sesi yada kokusu olabilirdi. O zamanlar yalnızca arkasında dönerek bana doğru baktığını veya ağlayarak başını göğsüme bastırdığını hissederdim. Sadece üç saniyelik boşluklar yaratırdı hayatımda ve ömrümün kalan kısmına hiçbir şey olmamış gibi devam ederdim. 

Edebilirdim. 

Edebiliyordum. 

Edemiyorum. 

Durumun birazcık ağırlaşmaya başladığını üç saniyelik zaman aralıklarında on dakikalık çocukluk anıları yaşamaya başlayınca fark ettim. Gün içindeyim. O zamanlar limboda değil bildiğimiz gün içindeyim. Bir kot ceket ve kısa saç görüyorum, belki bir de omuzda bir çanta. Derken büyük bir pazar şemsiyesi altında annem elime vuruyor ve avucum ardına kadar açılıveriyor. Çenem ekşimiş bir şekilde önümdeki çuvala elimin yettiği kadar avuçladığım üç beş tane leblebi şekeri düşüyor. "Boş ver abla, bizden olsun." Tamam ama neden? Yani nereden çıktı şimdi? Ertesi günü odamda üzülerek geçiriyorum. O ara ne yapıyorum şu an gerçekten meçhul, ancak birkaç gün sonra kalkıp sinemaya gidiyorum. Öyle esiyor o saat. Filmin bilmem kaçıncı dakikası Morena Baccarin görünüyor kısa saçlarıyla, ben yerimden kalkıyorum. Salonun kapısı önünde bir çocuk demir kapıya tutunmuş, yüzü biraz mahzun. Ne olduğunu soruyorum, yok bir şey deyip kapıyı çarpıyor. Salondan içeri dalıp beşinci kattaki evimize doğru koşarak tırmanmaya başlıyorum. O ara kapının önündeki üç tekerlekli bisikletim bile umurumda değil. Kapıyı çalıyorum, canım annem beni o halde görünce kucağına alıyor. Ne olduğunu soruyor, "Anne..." diyorum "O kadar güzel gülerdi ki! Belki de dünyanın en güzel kadınıydı." Tamam. Buna da eyvallah ama neden? Yani ne sebeple? Neden annemin kucağından indiğim saniye kıytırık bir alışveriş merkezinin, evimizin salonundan hallice bir salonunun karşı çaprazında bir tuvalette, yüzüme su çarparken buluyorum kendimi ve babamın gömleği sırılsıklam fakat ben sırtımdaki terle göğsümdeki suyu ayırt edemiyorum? Demek ki o zamanlar şimdikinden belki biraz az olsa da çok seviyorum. Ama bir ata sporu olarak aşığım demiyorum. Seviyorum daha makul. Çünkü seni seviyorum derken elimi bırakıyor, semtine gidecek son otobüs bir zebani gibi üzerimize yaklaşıyor ve sol kolumu kalbimden mideme yırtarcasına bütünüyle alıp götürüyor. Yazacaklarımı yine unutup yutkunuyorum.

Sanırım hastalandım. Yeni anılar yaratamıyorum. Olmuyor. Konuşuyoruz. Sıkça onun hakkında, benim hakkımda ve başımızdan geçenler gıyabında ileri geri konuşuyoruz. İnanılmaz mutluluk verici. Paylaştığımız enerji, bana verdiği güç, tekrar tekrar yaşattığı anılar, konuşurken aklımıza gelen, o ara ilişkimizin korkuları yüzünden konuşamadıklarımızı yeniden çekip çevirmek aşırı tatmin edici bir his. Sadece iyi olsun istiyorum. Başka bir dilek aklıma gelse de fazla dillendirmeye içim vermiyor. Midemde ince bir kaşıntı başlayınca uyur numarası yapıyorum. Sancımı bastırmak için hayal kurmayı deniyorum, az biraz becerir gibi olsam da sudaki izlerden farksız oluyor. Sudaki yazılar gibi silinip gidiyorlar. O bana adım atmadan yeni anılar yaratamıyorum.

Sanırım bunu ben becerdim ve belki de hastalık kadar kötü bir şey değildir. Yataktan kalktığım anın idrakiyle belki de sevinmeye yetecek bütün koşulları sağlamışımdır. Kendim için zamanı durdurup, sabit bir döngüye atlamış olmalıyım. O gelene kadar kendime yeni bir anı yaratmıyorum.

Tasasız mutluluk bu olsa gerek.


*
Ne demiştim bir şiirimde?

"Salındığım kaldırımda canım sıkkınlıktan muaf."
Hay yaşa!

8 Mayıs 2016 Pazar

Dip Ses

Yaşamak bir mandal gibi hür, migren gibi kardeşçesine.

Şimdi bir uykudayım, haddinden fazla süren. Suyu bile boğazımdan geçiremiyorum. Bir sigara daha yakma ihtiyacı doğuyor dolu küllüğüme. Ah ulan, diyemiyorum. Mütemadiyen içim eziliyor. Geçen bir yıl hatıramda can çekişiyor. Özlüyorum pek çok şeyi elbette. Benim de böyle bir yeteneğim olamaz mı? Olabilir. Muhabbetler sıklıkla yalanla bitiyor, çünkü pek çok talepte bulunuyorum. Ama verilenleri vaatten saymadığım için günlük yaşamıyorum. Ayran bile küfleniyor, bana daha geçerli bir sebep bulabilir misiniz? Bulamazsınız. Oysa Tuğberk okula gidilecek, saçını kestir. Tuğberk askere gidilecek, saçını kestir. Tuğberk işe gidilecek, saçını kestir. Klasik bir migren değil. Hayıflanma yok, biraz olsun kırgınlık var. Ama ona da eyvallah, çünkü bugün anneler günü.

Bir aralar dinlemişim. Beni artık kimseler aramasın, aşkın n tabanında yattığım anlaşılmasın. Güzel demişler, söylemişim. Belki birden fazla kadına. Her birine ayrı bir sandalye çekmişim, ama ortada masa yok. Öyle mal gibi bir çember kurmuşuz, dertler ortak değil. Gözyaşları gizlenir demişim, idare edilir durum. İstesek de istemesek de beraberiz yavrum. Neden dediniz on yedi yaşımda? Üç adam bir şarkı yazdı, bir çocuk çıkaramadı. İnandım attım kıçımdan, yetmedi işkembeden ve bilumum safra kesesinden. Ve hatta ve hatta Karadeniz, cacık olur diyorum. Anlatamıyorum. Akıcı diyalogları bölen "anlatabiliyor muyum?" ve "yani..." bölücü öbek örgütlerinden nefret ediyorum. Ama bunu yalnızca ifadeyi kuvvetlendirebilmek adına yazıyorum. Yoksa ben aslında hiçbir boktan nefret edemiyorum. İyi niyetten değil, yorgun basiretsizlikten.

İç suyunu gül yavrusu, tepelerde bir çoban bir keçiye halleniyor. Ona eyvallah değil. Durmayan taksiler pek çok sıkıntılı monoloğu betimliyor. Zaten ben bu ara ne söylesem monologdan öte gidemiyor. İçimdeki perküsyon örümcek bağlamış, sinekler ağlıyor aksak ritmlerle saçmalıklarımın kopuk kablolarına. Yine de sinkaflı lacivertler giyiyorum beni her çağırdınızda. Devrik cümleler haddini aşıyor. Ucuz ucuz, perakende görüntüleri var diyorum, haberiniz var mı? Bu şarküteride de keçi peynirleri sarı mı? Sizlerden hoşlanmıyorum. Hem düzene kusursuz adapte olup, ağlayacaksın. Hem de serserin senin, deli dolu neydi günahın seni öpecekti sanıyordun ama o hiç görmedi hiç bakmadı. İşaretli yerden geçiniz, ışık yandığı anda seri bir hareketle seke seke ilerleyiniz. Yirmi saniyeniz var Kızılay'da bir yaya geçidi gibi. Güneşli bir Pazartesi'de öpüşmek vardı yanaktan, on sekize yeni basmışken, ama dengi dengine değildi. Sen ne yaptın? Paraya gittin abicim, paraya...

Evlerinin önü kış askeri, göz göz olmuş balkonunda bir ballad çalıyor. Ne duruyorsun be? At kendini Şerife? Çukurlara düşmeye özenmek vardır, rakı sarhoşluğunda gezmeler seni bana getirmez ki, getirmez ki, getirmez ki...

Mülayim... Allah belanı versin Mülayim. Babanın güneşi mi inek?! Göstersene gökyüzünde!

17 Mart 2016 Perşembe

2007 - 2010 - 2016

Gün içinde çoğu kez içimdeki yazma açlığına karşılık vermek istiyorum; ama kafamda kıvılcımlar saçarak yanmakta olan bir koza var. Beynimin karıncalandığını hissediyorum. Görüldüğü üzere tam olarak neden yazamadığımı bile tarif edemiyorum. Ama benim için aşağı yukarı böyle bir his olsa gerek. Yandıkça enerjimi emen, zekamı geriye çeken bir koza.

Sürekli anlatacak bir şeyler geliyor aklıma. Zihnim muhteviyat açısından aşureyi andırıyor olmalı. Karman çorman. Bir sürü fikrim, bir sürü hikayem var. Peki beni paylaşmaktan alıkoyan ne? İlgi. İnsanlarla ilgi etkileşimini eskisi gibi kuramıyoruz. Bazen onlar bana ilgi duymuyor, bazen ben onlara ilgi duymuyorum. Ama çoğunlukla bu, onların bana ilgi duymadığı benimse onların anlattıkları şeylere karşı dikkatimin çabucak dağıldığı haliyle vuku buluyor. Çok eskiden iyi bir dinleyici olduğum için sevilirdim, sonraları iyi bir anlatıcı olduğum için bağırlara basıldım. Şimdi ise anlatmaya başladığım zaten narsistleşiyorum ve anlatı dünyam tek öznesi olmaya başlayınca karşımda hep aynı yanıt beliriyor: Tuğberk, şu anda hayatım seninle uğraşamayacak kadar yoğun, meşgul, kalabalık veya benim seninle uğraşacak kadar enerjim, gayretim, ilgim yok, vesaire.

Anlaşılması kolay bir insan değilim. Bunu kabullenmiş olmak benim için büyük bir lütuf çünkü kendimle geçinebilmemi sağlayan yegane şey bu. Nerede ne yaptığımı, neden yaptığımı kestirebiliyorum. Bazen bunun ters teptiği de oluyor. Sevmediğim bir hareketi neden yaptığımı anlayabildiğim için yapmaya devam ediyorum, ama yapmak hoşuma gitmiyor. Nahoş bir çelişki. Yeni insanlarla tanışmayı çok seviyorum ama her zaman için onlarla belirli bir süreliğine arama sabit bir mesafe koyuyorum. Duvarlarım hemen inmiyor. Benim için bu anlaşılabilir bir durum, nedenlerim bana gayet makul geliyor; ama aynı zamanda da çok kasıntı ve soğuk. Halbuki karakter olarak öyle biri değilim, fakat kendimi hemen göstermeyi bazen (sıklıkla) sevmiyorum.

Bu aralar insanların bana ilgisi yok ve kendi içinde doğurduğu paradoksu sürekli yoğurmaya devam ediyor, o yüzden de yalnız kalmaya devam ediyorum. Yalnızlık hissiyatı beni pekiştiriyor, seviyorum. Ancak içimde biriken şeyleri ilk karşıma çıkana sıralamaya başlayınca "Tuğberk, yavaş" oluyor. O yüzden herkesi etrafımdan itiyorum bir şekilde çekmeye çalışırken. Bu matematik. Oysa ben hiç sevmem.

Sürekli bir üretme hevesi içerisindeyim, bu beni çok mutlu ediyor; ama hiçbir şey yapmak istemiyorum. Sadece akan bir fikir kaynağı var. İlham denen şeye hiç inanmamışımdır, bir şeye başlayınca üretim kendiliğinden şekillenmeye başlamıştır girdiğim her işte. Yani başlasam gerisi geliyor, ama sorgulama arzusu dinmiyor. Neden başlayayım? Nereye kadar gidecek? Paylaşacak kimim var? Kaybedecek bir şeylerim olmasını hep sevmişimdir, beni zehir gibi motive eder bu hissiyat. Şu an yok. O yüzden hiçbir şey umurumda değil. Saçma. Keşke benimle görüşmek için çabalayan insanlar olsa. Benim görüşmek için çabaladığım insanlar var. Paylaşacak çok fazla şeye sahibim, ama hepsi bayatlayıp çöpe gidiyor. Üzgünüm 2010 yılında nasıl artık 2007'de olmadığımızı idrak ettiysem takvimin şu yaprağında da artık 2010'da olmadığımı idrak etmem gerekiyor. Artık insanların ilgisini çeken bir Tuğberk'i oynamıyorum, zoruma gidiyor olabilir. Ama sakin olmalıyım. Olmuyorsa olmuyordur. Yalnızlık ömür boyu.

Sakin ol Tuğberk, artık evdesin. İnsanlar senin aksine büyüdü ve hayatlarının merkezlerini çok fazla şey işgal ediyor. Egosantrik lakırdılara gerek yok. Bırak herkes +2, +3 ne haltsa kontenjanını doldursun. Bu maçın belki de seninle hiç alakası yoktur. Oynamak zorunda değilsin. Kimse seni kısaca sevmiyor olabilir. Olamaz mı? Zoruna gitmesin.







*