21 Haziran 2016 Salı

Hafif

Sanırım hastalandım. Zaman beni cehenneme bile yakıştıramamış olmalı ki işlediğim günahların karşılığında beni böylesi bir limboya atarak cezalandırıyor. Lanetlenmiş olmalıyım, başka bir açıklama bulamıyorum. Kendime izah edemiyorum, aklım almıyor. Neyse ki içinde bulunduğum limbo bir kum saatinden ibaret, sürekli aynı zaman algısının içerisinden dönüp duruyorum. Böyle bakınca o kadar da kötü durmuyor. Alt tarafı aynı anılardan oluşan bir döngüyü yaşayıp duruyorum.
(Kötüymüş.)

Uykum var. Yatıyorum. Aleni uzanıyorum, gece gece, utanmadan. Derken yazılacak bir şey, bestelenecek bir melodi kafamın üzerine konuyor. Havalar malumunuz, kafamdaki bir süre sonra sıcaktan olsa gerek rahatsız etmeye başlıyor. Aşırı rahatsız etmeye... Bir ağaçkakan gibi durmadan, usanmadan şakaklarıma aynı zikri işliyor. Dayanamıyorum, kalkıyorum. Sonra ne olsa hoşunuza gider? Kaçıyor! Mutfak ışığını işiten bir hamam böceği gibi kaçıyor çıktığı gediğe ve elimden hiçbir şey gelmiyor. Böylece beni uyandırdığı boşlukta bana ayrılan döngünün başına dönüyorum, günüm başlamış oluyor.

Önceleri aklıma giren kesikler parça parça başlardı. Gün içerisinde duyduğum bir tını ya da işittiğim belli belirsiz tatlı bir koku, onun sesi yada kokusu olabilirdi. O zamanlar yalnızca arkasında dönerek bana doğru baktığını veya ağlayarak başını göğsüme bastırdığını hissederdim. Sadece üç saniyelik boşluklar yaratırdı hayatımda ve ömrümün kalan kısmına hiçbir şey olmamış gibi devam ederdim. 

Edebilirdim. 

Edebiliyordum. 

Edemiyorum. 

Durumun birazcık ağırlaşmaya başladığını üç saniyelik zaman aralıklarında on dakikalık çocukluk anıları yaşamaya başlayınca fark ettim. Gün içindeyim. O zamanlar limboda değil bildiğimiz gün içindeyim. Bir kot ceket ve kısa saç görüyorum, belki bir de omuzda bir çanta. Derken büyük bir pazar şemsiyesi altında annem elime vuruyor ve avucum ardına kadar açılıveriyor. Çenem ekşimiş bir şekilde önümdeki çuvala elimin yettiği kadar avuçladığım üç beş tane leblebi şekeri düşüyor. "Boş ver abla, bizden olsun." Tamam ama neden? Yani nereden çıktı şimdi? Ertesi günü odamda üzülerek geçiriyorum. O ara ne yapıyorum şu an gerçekten meçhul, ancak birkaç gün sonra kalkıp sinemaya gidiyorum. Öyle esiyor o saat. Filmin bilmem kaçıncı dakikası Morena Baccarin görünüyor kısa saçlarıyla, ben yerimden kalkıyorum. Salonun kapısı önünde bir çocuk demir kapıya tutunmuş, yüzü biraz mahzun. Ne olduğunu soruyorum, yok bir şey deyip kapıyı çarpıyor. Salondan içeri dalıp beşinci kattaki evimize doğru koşarak tırmanmaya başlıyorum. O ara kapının önündeki üç tekerlekli bisikletim bile umurumda değil. Kapıyı çalıyorum, canım annem beni o halde görünce kucağına alıyor. Ne olduğunu soruyor, "Anne..." diyorum "O kadar güzel gülerdi ki! Belki de dünyanın en güzel kadınıydı." Tamam. Buna da eyvallah ama neden? Yani ne sebeple? Neden annemin kucağından indiğim saniye kıytırık bir alışveriş merkezinin, evimizin salonundan hallice bir salonunun karşı çaprazında bir tuvalette, yüzüme su çarparken buluyorum kendimi ve babamın gömleği sırılsıklam fakat ben sırtımdaki terle göğsümdeki suyu ayırt edemiyorum? Demek ki o zamanlar şimdikinden belki biraz az olsa da çok seviyorum. Ama bir ata sporu olarak aşığım demiyorum. Seviyorum daha makul. Çünkü seni seviyorum derken elimi bırakıyor, semtine gidecek son otobüs bir zebani gibi üzerimize yaklaşıyor ve sol kolumu kalbimden mideme yırtarcasına bütünüyle alıp götürüyor. Yazacaklarımı yine unutup yutkunuyorum.

Sanırım hastalandım. Yeni anılar yaratamıyorum. Olmuyor. Konuşuyoruz. Sıkça onun hakkında, benim hakkımda ve başımızdan geçenler gıyabında ileri geri konuşuyoruz. İnanılmaz mutluluk verici. Paylaştığımız enerji, bana verdiği güç, tekrar tekrar yaşattığı anılar, konuşurken aklımıza gelen, o ara ilişkimizin korkuları yüzünden konuşamadıklarımızı yeniden çekip çevirmek aşırı tatmin edici bir his. Sadece iyi olsun istiyorum. Başka bir dilek aklıma gelse de fazla dillendirmeye içim vermiyor. Midemde ince bir kaşıntı başlayınca uyur numarası yapıyorum. Sancımı bastırmak için hayal kurmayı deniyorum, az biraz becerir gibi olsam da sudaki izlerden farksız oluyor. Sudaki yazılar gibi silinip gidiyorlar. O bana adım atmadan yeni anılar yaratamıyorum.

Sanırım bunu ben becerdim ve belki de hastalık kadar kötü bir şey değildir. Yataktan kalktığım anın idrakiyle belki de sevinmeye yetecek bütün koşulları sağlamışımdır. Kendim için zamanı durdurup, sabit bir döngüye atlamış olmalıyım. O gelene kadar kendime yeni bir anı yaratmıyorum.

Tasasız mutluluk bu olsa gerek.


*
Ne demiştim bir şiirimde?

"Salındığım kaldırımda canım sıkkınlıktan muaf."
Hay yaşa!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder